Yaşam; değişen, gelişen bir döngünün yansımasıdır. Önümüze sabırla ve aralıksız yeni konu başlıkları koyup öğrenmemizi bekler. Basittir, düzenlidir, organiktir, sürekliliğe yöneliktir. Çeşitliliklere kıymet veren bir öğretmendir yaşam; ve ısrarla anlaşılmayı ister.
Akıllı ve öngörü sahibi olan insan öz nitelikleriyle tabiatı kuşatmıştır. Ama insan tabiatı kendi bünyesindeki beceriler sayesinde değil, doğanın kendisine teslim olması sayesinde onu kuşatmış ve yönetmiştir. Bu teslim oluşun varlık sebebi felsefe biliminde ifade edilmiş sayısız rasyonel gerekçe olabileceği gibi çok daha yalın nedenler de olabilir. Peki, bir çocuğun masumiyetiyle sormuş olsaydık; sevgi istemiş olabilir mi?
Sevgi; varlığın gönlünden dış dünyaya akan muhabbet, sevilenin mevcudiyetine duyulan samimi gereksinim; bilgisine, ilgisine, iletişimine hatta iletişimsizliğine duyulabilecek minnet ve şükran hali.
İslam, ‘Allah müminlerin kalbindedir’ der.
İncil, ‘Tanrı sevgidir’.
Tevrat, ‘komşunu kendin gibi seveceksin’ der.
Budizm, ‘nefret yalnızca sevgiyle durdurulur’.
Sevgi çok boyutludur; durdurur, harekete geçirir, iyileştirir, güzelleştirir ve yaşamdan duyulan hazzı artırır. Gerçektir, yaşantılarla edinilen ve yaşam boyu devam eden bir akış olarak hayatımızın en önemli/anlamlı parçasıdır. Filmlerimiz, romanlarımız, aşklarımız, inançlarımız ve hayatın bütününe ait parçalardaki değerlerimizin tümü sevgiyle birleşerek bir arada durur ve yaşam insana bu bağ aracılığıyla dokunarak kendini anlatır.
Sosyal hayattaki bağdaştırıcılık ve birleştiricilik özelliği ile hayatın yapı taşlarından biri olan sevgi, insanın benliğine verdiği değer (kendini sevme) noktasından başlayıp, ailesine, arkadaşlarına, ferdi olduğu topluma, inançlarına, hatta ideallerine kadar derin ifadesini koruyarak uzanır. Dolayısıyla sevginin kaybolduğu, unutulduğu, kullanıldığı veya ihmal edildiği ortamlarda yalnızca ilişkilerin ruhunun kaybolup münasebetlerin kıymetsizleşmesi/yüzeyselleşmesi gözlenmez; aynı zamanda nefret, öfke, bencillik, saldırganlık gibi insan tabiatının en vahşi nitelikleri gün yüzüne çıkar. Böylece toplum, yaşam alanı ve ortamlarda insanlar kaşlarını çatarak yürümeye, anlamsız sebeplerle birbirlerine zarar vermeye, mutsuzlaşmaya ve mutsuzluğunu yaymaya, nihayetinde ise -ekonomik, sosyal, demografik ibareleri ne gösteriyor olursa olsun; bir tarafı sürekli gelişiyor olsa bile, diğer unsurları- kan kaybederek yok olmaya başlar.
Peki, tüm boyutlarıyla sevgi, neden kaybolur? İnsanlar nasıl basit tartışmalar yüzünden cinayetler gerçekleştirecek kadar nefret yumağı haline gelir bir ülkede? 30 yıl aynı yastığa başını koyduğu, kendisine çocuklar verip onları yetiştiren bir -biçare- anneyi nasıl vahşice öldürebilir bir baba? Besleyip büyüttüğü çocukların para için darp ettiği görece daha vahim durumlardan, yetiştirdiği evlatlarının kendisinden kurtulmak için kavga ettiği koşullara çocukların ailelerine duyduğu vefasızlıklar/sevgisizlikler nasıl ortaya çıkmaktadır? Hayatın tüm acımasızlıklarıyla tek başına yüzleşip sokaklarda yetişen bir çocuk varoluşundaki korku unsurunu öldürecek kadar nasıl hissizleşir? Misal; Mevlana’yı, Yunus Emre’yi dünya düşünce birikimine kazandıran topraklar nasıl nefretlerin, acıların ve ağıtların yurdu haline gelir?
Özgür iradesi ile yaratılan insan bir anlamda kendisine verilen canlılık ve yetkinlik imkanlarını kaybedinceye kadar sayısız alternatif arasında seçimler yapar. Okur, öğrenir, düşünür, kendini geliştirir. Severek yaşamını doyumsar. Ancak bu faaliyetlerin tümü içinde esas olan unsur, akıl ile yönetilen ve irade ile sınırlanan dengedir. Zaman elimizdeki tek kaynaktır ve modern hayatta deneyimleyebileceği alternatif unsurlar arasında tercih yapması gereken insan sıkça zevklerini, ferdi niyetlerini ve somut kazanımlarını duygusal değer ve ayrıcalıklara tercih etmektedir. Bu durum kıyasıya mücadelelerin ve mukayeselerin harcı ile yoğrulmuş şehirlerde neredeyse sıradanlaşmış olmakla birlikte, iş hayatında söz konusu samimiyet yönünden fakir davranışlarda insanlar fazlasıyla tükendiğinden, kendisi gibi insanlarla dolu apartmanlarda dairelerine sığınarak evlerinde bir nebze huzur bulur; (şanslıysa-bu 1, bulduğu çoğu zaman sevgi değil huzurdur-bu 2). Kırsal hayatta ise durum uçlarda yaşanır. Sevginin en derin ve samimisi modern hayatın menfaatçi yaklaşımlarının giremediği kasaba ve köylerde tertemiz insanlarda mevcut olabildiği gibi; tüm güdüleriyle küçük yeryüzü nimetleri için kalabalık gruplar halinde birbirine saldıran, istediğini zorla almaya çalışan, diğer insanların haklarını önemsemeyen, anlamadığına saldıran ve bazen anlamadığını gönül rahatlığıyla yok edebilen insanlar da vardır.
Anlamadığına saldırmak; kentte de kırsal hayatta da kilit unsur budur. İnsanlar, insan grupları, ideolojiler, aile içinde fertler, sokakta vatandaşlar, iş yerlerinde çalışma arkadaşları, organizasyonlarda kadrolar… Toplumsal hayatından her yerinde huzur, denge ve sevgi unsurlarını bir anda ortadan kaldırabilen belirleyici unsur anlamadığına saldırma ruh hali, şiddetle reddetme ve –bazen- yok etme güdüsüdür. Dolayısıyla bilinç, beynin idaresi yoluyla tüm organları yönetirken, aynı zamanda, kalbe inen duyguların geçeceği kapının anahtarına da sahiptir.
‘Gerçek bilgiye erişmenin tek yolu sevme edimidir. Bir insanı nesnel olarak tanırız, ancak onun değişmeyen özünü sevgi edimi ile kavrayabiliriz.
İnsanın varoluş sorununun en sağlıklı ve doyumcul yanıtı sevgidir. Dolayısıyla sevginin gelişimine yer vermeyen bir toplum insan doğasının bu temel gereksinimini gözden kaçırdığı için yok olacaktır’ der Erich Fromm (1900-1980).
İnsanlar doğanın kendilerine verdiği yetenekleri kullanıp bireysel yaşamlarını sürdürürken farkında olmadan bünyelerinde tekrarlanan sayısız faaliyetle hayatlarına devam ederler. Tıbbi ve biyolojik birçok unsurun psikolojik ve edimsel birçok kısıtlılık/yeterlilikle etkileşimi neticesinde şekillenen mizaç ve davranışların temelinde bilinç ve akıl bulunur. İnsan anlayarak üretir, konuşur, düşünür ve karar verir. Bununla birlikte duyguların neredeyse hepsi insanın doğasında bulunduğu oranla anlamak yoluyla kullanılır; anlayarak bağlanılır, anlayarak özlenir, anlayarak sevilir, anlayarak empati kurulur, anlayarak eğlenilir, anlayarak fedakarlık yapılır, anlayarak affedilir.
Hipokrat (M.Ö. 460- M.Ö. 370) zamanımızdan 2500 yıl önce, duygu ve düşüncelerin kalpten değil beyinden kaynaklandığını, ifade etmiştir. Sanıldığının aksine duyguların ruhtan ve kalpten kaynaklanmadığını kavrayan gelişmiş toplumlar belirsizlik ve korkularının üzerine giderek demokratik ve medeni koşullar meydana getirmiştir. Dünyanın geri kalanında ise hala baskın duygu –bir anlamda sevginin karşıtı olan- korku; baskın davranış ise saldırganlıktır. Oysa modern sosyoloji ve toplumsal psikoloji bilimleriyle tüm din ve kadim öğretilerin aynı paydada birleşip net bir şekilde kitlelere söylediği şudur; insanlar bireysel olarak kendilerini, ardından iletişim içinde bulundukları insanları, son olarak da yaşamın kendisini sevmeden mutlu olamazlar.
Neticede durum özetle Dostoyevski’nin özetlediği gibidir:
”Cehennem, insanın yüreğindeki sevginin bittiği yerdir.”
Anlamaya çalışmamak ise cehennemin kapısından çıkarken en çok takılıp düştüğümüz sinsi eşik..
kaynak: indigo dergisi
yazar: isa bayhan