Evde Kal TÜRKİYEM: Bölüm 8 – Kendine Şefkat Meditasyonu & “Su Tuz Sirke” Ritüeli…

Nelerin Üstesinden Geldim…

100743001_2921509394628690_1280064330548641792_n[1]

Ortaya Karışık kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Günaydın mutlu sabahlar sayfamın inci taneleri

100093630_2629990717319964_8252063838539612160_n[1]

Nazım Hikmet’e bayram için bir ayakkabı almaya karar verirler.
O zamanlarda şimdiki gibi hazır ayakkabı satan bir mağaza yoktur.
Sadece ayakkabı yapan bir dükkan vardır. Oraya giderler.
Ayakkabıcı Nazım’ın ayağını bir kartonun üzerine koyar ve iyice basmasını söyler.
Daha sonra kurşun bir kalemle ayağının etrafını çizer.
Bu karton onun ayakkabı numarasıdır.
Günlerce bu ayakkabının hayalini kurar.
Babası ona ayakkabılarının siyah ve bağcıklı olacağını söyler.
Nazım’ın ayakkabıları bayramdan bir gün önce gelir.
Ayakkabılar babasının dediği gibi siyah ve bağcıklıdır.
O gün onları giymez.
Ayakkabılarını yatağının altına koyar ve arada çıkartıp onu inceler.
O gece onu uyku tutmaz.
Sabah evdekiler uyandığında Nazım’ı ayakkabı kutusu kucağında sandalyede otururken bulurlar.
Buradan sonrasını Nazım Hikmet’in ağzından dinlemek sizi daha çok etkileyecektir.
O halde Nazım nasıl anlatıyor ona bir bakalım.
“Ayakkabımı babam giydirdi.
Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım.
Dardı ve canımı yakmıştı; ama bunu babama söylemedim.
O ‘Sıkıyor mu?’ diye sordukça ‘Hayır’ yanıtını veriyordum.
Dar, ayağımı acıtıyor.’ desem geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.
O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.
Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.
Dişimi sıktım. Yürürken artık topallıyordum. Soranlara ‘Dizimi vurdum.’ dedim; ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.
Doğrusunu isterseniz yaşam da dar ayakkabıyla yürümektir.
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş. Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre.
Kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir…
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık…
Canınız yanar.
Topallaya topallaya gidersiniz.
Sonradan öğrendim; yaşamın, dar ayakkabıyla yürüyebilme sanatı olduğunu.“
Günaydın mutlu sabahlar sayfamın inci taneleri
Bayramlar bayram tadında geçtiğinde kutlanır.
Herşey gönlümüzce olsun..

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Evde Kal TÜRKİYEM: Bölüm 7 – Bolluk Yollarını Açıyorum Meditasyonu & Kırmızı İp Ritüeli…

Belki de konuşuyordur gözlerin

97248608_1567864666721096_6949429867167350784_n[1]

 

Belki de konuşuyordur gözlerin
Ama ben gözce bilmiyorum ki;
Sessizce biliyorum
Usulca biliyorum
Masumca biliyorum…
Cemal Süreya 💗
Bruno Cerboni’nin Cam Mozaik eseri..

Bugün Çok Özel Bir Gün…

98310397_265793494615699_3820189473522581504_n[1]

Günün Fotosu kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

O sen miydin?

unnamed[1]

 

Adam 48 yıl önceki ilkokul öğretmenini parkta görünce, utanarak yanına yaklaşıp “hocam beni tanıdınız mı?” dedi.
İhtiyar öğretmen:
– Hayır tanımadım.
Adam:
– Hocam nasıl tanımazsınız!.. Ben ilkokul öğrenciniz M….a. Hocam sınıfımızda bir arkadaşın saati kaybolmuştu. Ben almıştım. Siz de “herkes kalksın ve ellerini tahtaya dayasın, arama yapacağım” demiştiniz. Ben utanmış ve çok korkmuştum. Sizin ve arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağım diye soğuk terler döküyordum…
Sizden bir komut daha geldi.
“Şimdi herkes gözlerini kapatsın.”
Ortalarda bir yerdeydim. Aranma sırası bana gelmişti. Saati cebimden sessizce almış, devamla, aynı sessizik içinde son arkadaşa kadar aramayı sürdürmüştünüz. Sonra bizi yerimize oturtup bana ve hiç kimseye hiç bir şey söylemeden saati sahibine vermiştiniz.
Büyüdükçe içimde büyüttüm bu davranışınızı… Hocam ben şimdi 60 yaşındayım. Düşünüyorum da şu hayattaki en büyük dersi, o gün sizden almışım. Her aklıma gelişinde sarsıldım ve her aklıma gelişinde kendimi sizden kalan erdemin koruyucu gölgesinde hissettim.
“Utancı bilerek yaşamak korkunç…
Daha da korkuncu, bilerek yaşatmak.”
der Edip Cansever.
Hocam siz bana o utancı yaşatmadınız. Yaşasaydım unutur muydum, doğrusu bilmiyorum. Ama beni utandırmamanızı hiç unutmadım Hocam.
Şimdi hatırladınız mı beni?
İhtiyar öğretmen yan yana oturdukları bankta öğrencisine yaslanarak:
– O olayı ertesi gün unutmuştum ben. Şimdi sen anlatınca hatırladım
Sizlere “gözlerinizi kapatın” dediğimde ben de gözlerimi kapatmıştım. O yaştaki her çocuğun düşebileceği yanılgıya düşen öğrencime karşı içimde bir yargı oluşsun istememiştim.
O sen miydin?
Bilmiyordum, nasılsın?

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Gerçek şu ki hiçbirimiz kazanamayız, hepimiz birden kazanmadıkça…

misir-yetistirme[1]

Mısır yetiştiren bir çiftçi, her yıl en kaliteli mısır ödülünü alırmış. Çiftçi, ödül aldığı mısırların tohumlarını da ekmeleri için komşularına dağıtırmış.
Bunu öğrenen bir gazeteci röportaj yapmak için çiftliğe gelmiş. Gazeteci çiftçiye sormuş:
“Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına, kaliteli tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun?”
Çiftçi cevap vermiş: “Yoksa bilmiyor musun? Rüzgar, olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl ürettiğim mısırın kalitesi düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsam, komşularıma da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmeliyim”.
Yaşamlarımız da böyledir. Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Bir yaşamın değeri dokunduğu hayatlarla ölçülür. Ve mutluluğu seçenler, başkalarının mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Birimizin refaha ulaşması, herkesin refaha ulaşmasına bağlıdır.
Buna kollektivitenin gücü diyebilirsin,
Buna başarının ilkesi diyebilirsin,
Buna hayat kanunu diyebilirsin.
Gerçek şu ki hiçbirimiz kazanamayız, hepimiz birden kazanmadıkça…
*Alıntı

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

1 kişi ne yapabilir ki diyenlere !!!!

96238092_10219494398164558_1373144513895202816_n[1]
1 Aralık 1955 Perşembe… ABD’nin Alabama
eyaletinin Montgomery şehrinde Rosa Parks adında 42 yaşındaki ufak tefek siyahi bir kadın terzi şehir fuarında ki işinden akşam saat 6’da çıktı. Çok yorgun du ve tek istediği bir an önce evine ulaşmaktı. Belediye otobüsünün ortasındaki “değişken” statülü koltuklardan birine oturdu. Montgomery belediye otobüslerindeki ilk 4 sıra koltuklar beyazlara aitti. Siyahlara en arka koltuklar ayrılmıştı. Ortadaki değişken statülü koltuklarsa beyazların sıraları doluncaya kadar siyahların da oturabilecekleri koltuklardı. Beyazların sıraları dolduğunda siyahlar oturdukları bu koltukları boşaltıp daha arkaya geçmek zorundaydılar. Eğer arkada da yer yoksa ayakta durmaları, eğer ayakta duracakları yer de yoksa otobüsten inmeleri gerekiyordu.
O akşam bazı beyazlar ayakta kalınca şoför arkaya doğru yürüyerek değişken statülü koltuklardaki siyahlara “kalkın” şeklinde bir el işareti yaptı. Değişken statülü koltukların ilk sırasındaki üç siyah erkek kalkıp arkaya yöneldi. Rosa Parks’ın yanında cam kenarında oturan siyah erkek de kalktı. Rosa Parks ise cam kenarındaki koltuğa kaydı ve kayıtsızca şoförün gözlerine bakmaya başladı. Herkes büyük bir şok yaşıyordu. Şoför kızgınlıkla neden kalkmadığını sordu. Rosa Parks yerini bir başkasına vermesi gerektiğine inanmadığı söyledi. Şoför polis çağırdı, Rosa Parks tutuklandı ve 5 Aralık Pazartesi günü mahkemece kamu düzenine itaatsizlikten 14 dolar para cezasına çarptırıldı.
381 gün boyunca Montgomery’de bir tek siyah bile otobüse binmedi. İşlerine, okullarına yürüdüler. Buldukları her özel araçla belediye otobüsü bileti fiyatına siyahları taşımaya başladılar. Bazı beyaz ev kadınları da arabalarıyla destek verdi. Belediye otobüslerini işleten şirket büyük maddi zarar yaşadı. Bazı otobüsleri adeta çürüdü. Şehirde öfke yükseldi. Beyaz çeteler işe yürüyerek giden siyahlara saldırmaya başladı. Bazılarını linç ettiler. Ancak siyahlar boykota devam etti. Eylem sonunda zafere ulaştı ve 21 Aralık 1956’da Yüksek Mahkeme’nin siyahların otobüslerde istedikleri yere oturabilecekleri yönünde karar vermesiyle siyahlar otobüs boykotunu sona erdirdiler. Beyaz ırkçıların tepkisi sert oldu. Otobüslere silahlı saldırılar gerçekleştirdiler. Siyahları dövdüler. Rosa Parks 1957’de ölüm tehditleri ve beyazların ona iş vermemesi nedeniyle önce Virginia’ya, bir yıl sonra da Detroit’e taşındı. Bir yandan çalışmaya bir yandan da sivil haklar hareketinde mücadelesine devam etti. Martin Luther King’in başını çektiği hareket giderek büyüdü ve 1964’te çıkarılan yasa ile başarıya ulaştı. Direnişin sembolü haline gelen Rosa Parks 24 Ekim 2005 günü 92 yaşında hayatını kaybetti.
Rosa Parks’ın o akşam bindiği otobüs günümüzde Detroit’teki “Henry Ford Müzesi”nde sergileniyor. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz otobüs işte o otobüs. ABD başkanı Barack Obama’nın oturduğu koltuk da işte o koltuk. O akşam Rosa Parks’ı siyah olduğu için belediye otobüsünün koltuğundan kaldırmak isteyen insanların ülkesinin başkanlık koltuğunda bugün bir siyah oturuyor.
Tarih kendiliğinden değişmez, onu değiştirmek için yüreği tutuşmuş insanlar gerekir. Yıldız yürekli kadın Rosa Parks gibi…

Evde Kal TÜRKİYEM: Bölüm 6 – Hıdırellez Ritüeli…

Çingenelerin Hıdırellez Duası:

95871675_267554574422079_4792042144841859072_n[1]
Bu yeni zamanda sevdiğim kim varsa,
kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil…
Sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi,dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun,
damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.
Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin,
gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbiriyle başlasın.
Nesi varsa, bölüşecek biri olsun;.
nesi yoksa bulup getirecek biri olsun.
Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın…
Harcasın ki,ona büyük bir miras kalsın.
Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun.❤️Onun yeri ayrı olsun.
Onu soysun,başucuna koysun ama yalan uydurmasın.
O her şeyine her haline,tek tanık olsun.
Bir hareketiyle güldüren ,bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun.
Kalbi buna teslim olsun.
Bütün şarkılar onu anlatsın. Aşık olsun,sırılsıklam olsun. Kurumasın.
Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun. Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın.
İbadet eder gibi,bu keşfini her gün yeniden kutlar gibi,onu yapıp dursun.
Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün.
Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün.
O başkalarının bunu gördüğünü,dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.
Neşesi bol olsun…
Kendini mutlu etsin,
durduk yere neşelenmek nedir bilsin.
İçinde bir şey durup durup zıplasın.
Duydukları,gördükleri onu gıdıklasın,kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın.
Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı zamana,sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.
Değiştirmek istedikleri değişsin.
İçte ve dışta ,iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın.
Eskilerini atsın,ruhunu havalandırsın.
Kapıda hep kamyonu dursun. Dilediği yere taşınsın. Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç dışındaki sevgi ona yardımcı olsun. Bileği,bütün alışkanlıklarıyla,bağımlılıklarıyla güreşsin.
Bir şey ona sürpriz olsun. Günlerinden bir günü bir pakete sarılı olsun. Açılınca ,içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın.
Bugün üç yüz altmış beşten herhangi biri olsun.
Öylesine bir pazartesi, arkaya
kavuşturduğu ellerinde ,unutulmaz bir salı saklasın.
Öyle tahmini mümkün olmayan bir şey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.
Bir hayali gerçek olsun.
Bir hayale gözünü yumsun. Peşinden koşup,onu
sobelesin.
Hayalini kendinden saklamasın.
Bir çizgi filmde olduğunu, her şeyin mümkün olduğunu unutmasın.
Bu duayı okusun.
Kendi sesiyle duysun.
Duası gerçek olsun.
Her kelimesine şükretsin.
Tek satırına nazar değmesin.
Amin AMİN AMİNNN

ALINTIDIR…

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Dilekleriniz bağladığınız gül gibi gülsün…

95871675_267554574422079_4792042144841859072_n[1]

Hıdırellez bayramımız kutlu olsun…

Anette İnselberg

Çalakalem Yazılarım... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

“HIDIRELLEZ Ritüeli”

hıdırelez resim
Hıdırellez, darda kalanların yardımcısı olduğu düşünülen Hızır ile denizlerin hakimi olduğuna inanılan İlyas’ın yeryüzünde bir gül ağacının altında buluştukları gün olarak düşünülür ve kutlanır.
Hızır ve İlyas peygamberlerin bir araya geldikleri bu günde (5 Mayıs gecesi başlar ve 6 Mayıs günü biter) her türlü dileğin yerine geleceğine inanılır. Benim de ayrı bir önem verdiğim bu gün için sizlere özel bir ritüel hazırladım.
Ancak ritüele geçmeden önce yapmanızı önerdiğim bazı şeyleri yazmak istiyorum:

• 5 Mayıs günü hem kendinizi hem de evinizi temizleyin ve kırmızı birşey giyin
• Tel şehriyeli pilav yapın ve sevdiklerinizle beraber yiyin
• Kullanmadığınız eşyalarınızı ihtiyaç sahiplerine verin
• Akşam baklagil ve şeker sakladığınız kavanozların kapaklarını ve cüzdanınızı açarak yatın
• Başkası adına dua edin
• Evlenmek isteyenler başlarının üzerinde kilit açsın
• 6 Mayıs sabahı evinizin kapısını açarak içeriye sağlığı, bolluğu ve bereketi davet edin ve imkanlarınız dahilinde sadaka dağıtın (internet üzerinden dilediğiniz bir hayır kurumuna bağış yapabilirsiniz)

Kahvaltıda yumurta yiyin (tüm sene sağlık getirmesi için)
Artık ritüelimiz için hazırız…

Malzemeler:
1 Adet Kırmızı Karton (havlu, bez, kağıt da olur)
3 Adet Kırmızı Mum
1 Adet Kırmızıya Boyanmış Kuştüyü (veya çizimi, resmi, çıktısı)
Gül Ağacı Resmi (çizimi, çıktısı da olur veya evde varsa saksıda gül bitkisi)
Kırmızı Kese
Gül Suyu (ve koymak için bir kap)
3 Adet Madeni Para
3 Adet Defne Yaprağı
Çörek Out
Lavanta
Dilek Yazmak İçin Küçük Beyaz Kağıtlar
Kırmızı Yazan Kalem/Tükenmez
Toprak

5 Mayıs günü ritüel alanını resimdeki gibi oluşturun ve istediğiniz bir zaman (tercihen akşam ezanı sonrası) ritüeli başlatın.
Ev halkını bir araya toplayın ve sırayla herkese kırmızı tüyle başlarından ayaklarına doğru süpürme hareketi yaparak şu sözleri söyleyin:
“Yıl içinde üzerimizde biriken her türlü olumsuz enerjiyi, düşünceyi, anıyı, hastalıkları, pişmanlıkları süpürüyor, temizliyor, etkisizleştiriyor ve iptal ediyoruz, iptal ediyoruz, iptal ediyoruz.”
Sonra 3 tane kırmızı mumu yakın ve üzerlerinden atlayarak şu sözleri tekrarlayın: “Üzerimizde kalmış tüm acıları, hayal kırıklıklarını, pişmanlıkları, gerçekleşmeyen ve bizi mutsuz eden beklentileri, negatif bakış açılarını, kötü sözleri bu ateşte yakıyoruz, etkilesizleştiriyoruz ve iptal ediyoruz, iptal ediyoruz, iptal ediyoruz.”
Şimdi ritüel alanının başına oturup kırmızı bir ışıkla yıkandığımızı hayal edin ve şunları söyleyin:
“Aylardan Mayıs, günlerden Hıdırellez. Günlerimiz hep güneşli, talihimiz hep bol olsun. Hızır günümüz kutlu olsun. Yaz dileğini bırak bir güle, kavuş berekete. Bahar geldi, yaz geldi, Hıdırellez zamanı geldi. Dileklerimiz kabul olsun, Hıdırellez bayramımız kutlu olsun.”
Ardından kırmızı kalemle dileklerinizi kağıtlara yazıp toprağın üstüne koyun.
Kırmızı kesenin içine madeni paraları, lavantayı ve çörek otunu koyun ve gül ağacı resminizin bir dalının üstüne yerleştirin (saksıda gerçek gülünüz varsa dalına asın).
Defne yapraklarını yastığınızn altına yerleştirdikten sonra “haberci rüyalar görmeye niyet ediyorum, niyet ediyorum, niyet ediyorum” diyerek mumları söndürün.
Böylece ilk gün için yapacaklarınız bitiyor.
Ertesi gün (6 Mayıs) istediğiniz bir zaman (ben erkenden olmasını tavsiye ediyorum) ritüel alanındaki toprağın üzerine bıraktığınız dilek kağıtlarını gülsuyu doldurduğunuz kaba atıp üç gün bekletin, ardından toprağa gömün (evdeki saksıya da gömebilirsiniz).
Gül ağacı resminin dalına bıraktığımız keseyi cüzdanınıza koyun ve bir sene çıkarmayın.
Son olarak ise yastığınızın altına koyduğunuz defne yapraklarını pencereden dışarıya bırakarak ritüeli tamamlayın.

“Dilekleriniz bağladığınız gül gibi gülsün, HIdırellez bayramınız kutlu olsun…”

Not: Kırmızı mumları, kartonu, kuş tüyünü ve gül ağacını çizimini saklayabilirsiniz

Anette İnselberg

Çalakalem Yazılarım... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Türkiye’nin yetiştirdiği başarılı bir heykeltıraş olan İlhan Koman…

Türkiye’nin yetiştirdiği başarılı bir heykeltıraş olan İlhan Koman, bilim ve sanatı bir arada buluşturan, yaşatan eserleriyle sanat dünyasında edindiği kendine özgü yerden sebep, Türkiye’nin Da Vinci’si olarak anılıyor.
Figüratif soyutlama alanında en ünlü, üzerine en çok konuşulan eseri Akdeniz Heykeli ise, Türkiye’de bulunuyor. Bir dönem Galatasaray Meydanı’nda duran heykeli, daha sonra Levent’ten geçenlerimiz her gün selamladı. Şimdilerde ise, İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda. Yolu düşen bir selam göndersin sanatçının ruhuna…

Çocukluğu
İlhan 17 Haziran 1921’de, Edirne’de, Sevinç Leman Hanım ve Fuat Bey’in oğulları olarak dünyaya geldi. Doktor olan babasından tarafı ailesi, Mohaç Savaşı’ndan sonra Konya’dan Balkanlar’a kadar yerleştirilmiş Türk köylülerindendi. 1880’lerde ise, Yugoslavya’dan Edirne’ye göç etmişlerdi. Anne tarafından ailesine baktığımızda ise, dedesi Mehmet Şeref Aykut Bey, II. Abdülhamid dönemi devrimcilerindendi. Ayrıca Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurucuları arasındaydı.
İlhan, 1940’a kadar ailesiyle Edirne’de, Kaleiçi’nde yaşadı; çocukluğu, ilk gençliği hep burada geçti. Ailesinin ortak noktası özgürlüklerine düşkünlükleriydi. Dolayısıyla İlhan’ı da özgür bir çocuk olarak yetiştirdiler. Her yaz İstanbul’a, dedesini ziyarete giderlerdi. İlhan’ın burada en çok ilgisini çeken şey Haliç’ten geçen vapurlardı. Onları, öylece durup hiç bıkmadan izleyebilirdi. 5-6 yaşlarındaydı İlhan maket gemiler yapmaya başladığında. En büyük ilhamı ise, hiç kuşkusuz Haliç’te seyre daldığı vapurlardı. Bu gemi sevgisinden sebep, lise sıralarında dahi düşlediği meslek Gemi İnşaatı Mühendisliği idi…
Oysa eğitim hayatının akışı onu bambaşka yollardan geçirdi. Bu aslında tamamen hayatının akışıydı…
İlhan, 17 yaşında tüberküloza tutuldu. Durumu günden güne ağırlaşıyor, ailesinin de umudu tükeniyordu. Tedavi için İstanbul’a daha sık gider oldular. Bu giderek uzayan bir süreçti. Askerlikten de muaf oldu. Çok uzun zamandır resim yapıyordu. Önünü göremediği süreçte, en azından yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Akademi’ye başvurdu. Resimlerini ilgili yerlere ulaştırdığında İlhan, artık Güzel Sanatlar Resim Bölümü öğrencisiydi…
II. Dünya Savaşı’nın en kasvetli günlerinde, bu başlangıç İlhan’ın yaşamına güneş gibi doğan aydınlık bir başlangıçtı…
Eğitim hayatı
Liseyi de Edirne Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1941’de, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne kaydoldu. Çok geçmeden hocalarının dikkatini çekmeye başladı. Antik heykellerden kopya ettiği ve süsleme çalışmaları, gözden kaçacak gibi değildi. Yeteneği hemen fark edilen bir öğrenci olarak hocalarının tavsiyesiyle gelecek yıl Heykel Bölümü’ne geçiş yaptı. 1945’te okuldan birincilikle mezun olurken İlhan, Rudolf Belling’in öğrencisiydi…
1947’de, Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavla devlet bursu alarak Paris’e giden sayılı öğrenciler arasında onun da adı vardı. Diğer burslu öğrenciler Neşet Günal, Sadi Öziş ve Refik Eren ile Paris’e doğru yola çıktı. Burada başladığı atölyeye sadece 2 ay dayanabilmişti. Çünkü klasik eğitimi Akademi’de almış ve burada bir daha tekrar etmeyi anlamsız buluyordu. Çoktan başladığı soyut çalışmalarında ilerlemeyi alanında gelişimi açısından daha sağlıklı buluyordu. Burada onun okul bellediği en değerli yerler, Louvre ve Rodin Müzesi oldu.
Özellikle Louvren Müzesi’ndeki çalışmaları sırasında Mezopotamya ve Mısır sanatının etkisindeydi. Burada geçirdiği süreçte çağdaş akımlara ilgi duyan İlhan Koman, ilk sergisini de 1948’de, Paris’te açtı. 1951’de bursunun bitmesiyle İstanbul’a, mecburi hizmetle Akademi’sine döndü.
Dönmeden hemen önce Paris’te yapacağı son bir şey daha vardı. Mediha Kaptana ile evlendiler. Bu evlilik, onlara bir erkek çocuk verdi…
Türkiye zamanları
İlhan, Türkiye’ye döner dönmez İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi mecburi hizmetine başladı. Buradaki görevi 1958’e kadar sürecekti…
Bir yandan da özel işler peşindeydi. 1952’de, “Anıtkabir Heykel Yarışması”nda, “Şeref Holüne çıkan merdivenlerin sağındaki kabartma kompozisyonu” birinciliğini elde etti ve rölyefleri Anıtkabir’in çıkış merdivenlerinin doğu kanadını süsledi. 1952-1954 yılları arası bu proje kapsamında gerçekleştirdiği “Sakarya Meydan Muharebesi” konulu rölyeflerini hazırlarken, yine Paris zamanlarından izler taşıyan, Mezopotamya ve Mısır sanatının etkisindeydi.
1953’te, Akademi bünyesinde kurulan metal atölyesinde Ali Hadi Bara, Sadi Öziş ve Zühtü Müridoğlu ile çalışmaya başladı. Yine aynı yıl buradan bağımsız olarak Sadi Öziş ve Şadi Çalık ile “Karametal” adını verdikleri mobilya atölyesini kurarak, burada modern mobilyalar tasarladılar. Bu atölyenin maddi kaynağını ise, fabrikatör Mazhar Süleymangil sağlıyordu. Bu işe biraz da ek gelir elde etmek amacıyla girişseler de asıl amaçları elbette sanatsal anlamda büyümekti. Ancak bir yandan maddi yetersizlikler, bir yandan da ülkenin genel durumu sebebiyle Türkiye sınırları dışına çıkamadı. Ancak genel bir perspektifle bakıldığında, bu girişim, Türkiye’de tasarım tarihi açısında önemli bir adımdı…
Hep çok çalışmak ve sanat için üretmek istiyordu. 1955’te, Ali Hadi Bara, Şadi Öziş ve Mimar Tarık Carım ile bir araya gelerek Fransız Grup Espas’tan esinlendikleri, resim, heykel ve mimarinin iş birliğini savunan işler üretecekleri Türk Grup Espas’ı kurdular…
İlhan, 1967’de, Stockholm Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu’na öğretim üyesi olarak kabul edildi. Yine bu dönemde yel değirmenleri ve geometrik türevler gibi bilimsel buluşları tescillendi.
1969’da, İsveç’te Sundsvall’da bir alan düzenlemesi yarışmasında ve 1970’te de Örebro Belediye Sarayı önüne konulmak üzere yapılan heykeller için açılan yarışmada da birincilik ödüllerine layık görüldü…
İsveç’e yerleşti
İlhan Koman, yaptığı çalışmalar ile 1954’te Ankara Devlet Sergisi’nde ikincilik, 1955’te ise, birincilik ödülünün sahibi oldu.
1958’de, Brüksel’de düzenlenen uluslararası bir sergide Türk paviyonunu o yaptı. 6 ay süren bu çalışma sürecinde tanıştığı Mimar Ralph Erskine, mimari tasarımlar için form araştırmaları ve yeni çalışmalar için İlhan Koman’ı, İsveç’e davet etti.
Davete olumlu bakan İlhan, bu sırada eşinden de boşanıyordu. Güzel Sanatlar Akademisi görevinden de istifa etti ve 1959’da, tamamen İsveç’e yerleşti.
1965’te, yaşamını restore ettirdiği bir gemide yaşamaya başlayacaktı. Hulda adlı bu gemi, İsveç’te bir tersanede Baltık ticaret gemisi olarak üretilmiş ve uzun yıllar da Baltık Denizi’nde amacına uygun olarak kullanıldı. İlhan Koman, 1965’te bu gemiyi satın aldı; bundan böyle ailesiyle yaşayacağı ev ve eserlerini üreteceği atölyesine dönüştürdü. Ölene dek burada yaşadı. Hulda, 2010’da, İlhan Koman Vakfı’nın düzenlediği Hulda Festivali kapsamında, Stockholm’den İstanbul’a, Güzel Sanatlar Akademisi rıhtımına getirilecekti…

İlhan Koman’ın sanat anlayışı
Tüm eserleri dinamik olan İlhan Kaman, madde ve doğanın dengesindeki sonsuz devinimin heykellerini yaptı. Türkiye’de son ve İsveç’e gittiği ilk yıllarda, vazgeçilmez malzemesi kesinlikle vazgeçilmeziydi. 1956-1965 yılları arası ise, İlhan Koman’ın sanat yaşamında Demir Çağı oldu. Demir, onun sanatında Orta Çağ’daki demirci ustalarının yaklaşımıyla metal unsurları da ekleyerek işlediği eserlerinde en temel malzemesi oldu. Ona baktığında bambaşka şeyler gördüğü muhakkaktı…
Demire olan düşkünlüğü 1965’ten sonra yerine giderek ahşaba bırakmaya başladı. Tabii demirden vazgeçmiş de değildi. Bunun yanında bronz, duralit, plastik gibi pek çok malzemeye de izin veriyordu ellerine eşlik etmesi için. Bu dönemde iç içe geçmiş objelerle konstrüktif etkinin yanında geometrik kullanımı da görülüyordu.
İlhan Koman, hangi etkiyi, hangi malzemeyle yatmaya çalışırsa çalışsın hepsinde ortak olan, eserin seyircisinin de bu sürecin bir parçası olmasıydı. Kaynakların verdiği örneğe göre, -eserlerini takip edenler de hemen örneği kavrayacaktır- İlhan Koman’ın, Yuvarlanan Kadın ve Derviş adlı heykellerinde hareketi başlatan seyircinin fiziksel müdahalesiydi…
Derviş adını verdiği heykeline, ağaçta olduğunu inandığı mistik yaklaşımlar sebebiyle bu adı vermişti. İlhan Koman, ağacı büsbütün canlı bir malzeme olarak niteliyordu. Bu eserinde de başrolde yine sonsuzluk vardı…
İlhan Koman’ın bakış açısını en çok açıklayan eseri kuşkusuz Leonardo idi. Leonardo Da Vinci’nin insan bedenini üç çemberin içine yerleştirdiği eserinden ilham alarak şehrin boyutlarının insan bedeninin oranlarına uyması gerektiğini gösteren Vitruvius’a göndermede bulunarak desene eklediği dördüncü çemberle, insan bedenini soyutlayarak barış işaretine dönüştürmüştü. Çünkü ona göre, insan her şeyin ölçüsü olduğu zaman şehir, gerçekten yaşanılır bir yer olacaktı…
Akdeniz Heykeli
Akdeniz Heykeli, İlhan Koman’ın Türkiye’deki en önemli ve en bilinen eseri. İstanbul’da yaşayanlarımız onu, hemen her gün görüyoruz. En azından kendi adıma ben görüyorum ve şimdi bu heykelin hikâyesini de özellikle anlatmalıyım…
İlhan Koman, Akdeniz Heykeli’nde yine seyircisini de ona dahil ederek yapmıştı. Onu izleyerek önünden geçen seyircisinin hareketiyle rüzgarda savrulmaya başlıyordu. Çünkü bu heykelin yarısı metalden, yarısı boşluktandı. İçinde bulunduğu mekan da onun bir parçasıydı. Tanımı şudur ki, “Akdeniz Heykeli, dalgalanan, titreşen, deniz kokulu bir ilahedir.”
İlhan Koman, 1981’de Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü’nü kazanan bu heykeli, 1980’de, Halk Sigorta için yapmış, Akdeniz Heykeli, Zincirlikuyu’da inşa edilen Genel Müdürlük binasının önüne yerleştirilmişti. Aslında İlhan, heykeline ayrılan bu yerden memnun değildi. Zaten heykelini istediği gibi renklendirememişti de. Ancak maddi imkansızlıklar sebebiyle şirketin şartlarını da kabul etmişti. Ömrü vefa ettiğince Akdeniz Heykeli için gördüğü bunlardı.
2000’de, Halk Sigorta’nın adı Yapı Kredi Sigorta A.Ş olarak değiştirilince heykelin mülkiyeti de yeni şirkete geçti. Artık Akdeniz Heykeli de bu şirketin herhangi özel mülkünden biriydi ve onun üzerinde haklarını istediği gibi kullanabilirdi. Heykel, bir süre Galatasaray Meydanı’nda sergilendi. Daha sonra da Levent’teki Yapı Kredi Binası’nın önüne, beton bloklar ile otoyol arasına getirildi. Ancak 2014’te yaşanan protestolar sırasında İsrail ile ilişkilendirilerek kolu kırılan heykel, 2017 itibarıyla İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda, kapalı alanda sergilenmeye başlandı. Denize nazır sergilenmesi hayal edilen heykel, binanın üçüncü katının Galatasaray Lisesi’ne bakan tarafında dışarıdan görünür şekilde, en azından İlhan Koman’ın yakın arkadaşı Sadi Çalık’ın, Galatasaray Meydanı’ndaki soyut heykeliyle de göz göze konumlanmıştı…

Bu eseri yaparken esin kaynağını kendisi şöyle açıklıyordu İlhan Koman: “İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi. Kucak açmayı bu adla anlatmak istedim. Sevgiyi ve kucaklaşmayı anlatırken bir kadının bütünlüğünden yararlanmak istedim.”
İlhan Koman’ın yakın dostu Güneş Karabuda ise, heykelin konulması gereken yerle ilgili hatırladığı dostunun hatırladığı görüşünü şöyle ifade ediyordu: “Şöyle güneyde bir Akdeniz kentinin liman girişine konsa, gelen geçen gemiler ona düdük çalsa, selam etse; güzel olurdu.”
İlhan Koman öldü
İlhan Koman, 1986’da, İsveç’in başkenti Stockholm’de hayata veda etti. Yaşamını önce özgürlüğü, sonra sanatı üzerine kuran sanatçı, dünya yaşıyla 65 yaşındaydı. Vasiyet ettiği gibi cesedi yakıldı ve külleri yaşamının büyük bir bölümünü yaşadığı konum itibarıyla üzerinde geçirdiği Baltık Denizi’ne savruldu…
Ülkemizde en bilinen eseri Akdeniz Heykeli! Çoğunluğu ise, Stockholm’de 20 kadar şehrin sokak ve meydanlarını süslüyor. En ünlü, en beğenilen eseri Leonardo’ya Selam ise, Stockholm Mimarlık Yüksek Okulu’nun önünde… Heykellerine duyduğu tutku, hayatında ve eserlerindeki dinamizm ve sanat dünyasında kendine özgü edindiği yer ile bir İlhan Koman geçti bu dünyadan…
En çok sanat adına,
İyi ki…
Damla Karakuş
damla.karakus@ensonhaber.com

Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır.

varlik-yayinlari-etkili-insanlarin-7-aliskanligi-stephen-r-covey-23907-270x390[1]

 

Önemli bir toplantıda cep telefonuyla bağıra bağıra konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, paradigmanızı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için, siz yanılıyorsunuzdur.
Örneğin;
Trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç, susun, demeden yolculuğa devam ettiğinde ; siz ona ne gamsız adam, diyebilirsiniz. Ama sorsanız, belki de onlar hastaneden geliyorlardır ve bir saat önce çocukların anneleri ölmüştür ve eve dönüyorlardır.
Prof.Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna, şunların kafasına çantamı indiresim geliyor, demiş. Oğlu; “anne o adam Finlandiyalı, burada simultane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk” demiş.
Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu?
Meğer, bunca zamandır adamın kurabiyesini yiyormuş. Tabii çok utanmış ama, artık iş işten çoktan geçmiş.
Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.
Covey bu örnekleri ; “aynı enformasyona farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler” diye özetliyor. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor ve Einstein’in bir sözünü anımsatıyor:
Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.
Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu asma şansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?
ÇÖZÜMSÜZ gibi gördüğünüz sorunlar konusunda PARADİGMA değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen her şeyle onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…”
Stephan R. Covey – Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı