Ali Nesin Yazmış…

Ali Nesin yazmis: Matematik Köyü’ne gelen öğrencilere artık şu yöntemi uyguluyorum: Anlayabilecekleri ama hemen çözemeyecekleri bir problem soruyorm. İki saat boyunca onları problemle başbaşa bırakıyorum. Tabii arada sorularını yanıtlıyorum, yanlışlarını düzeltiyorum. İki saat sonunda birçoğu doğru yanıtı buluyor. Müthiş keyif alıyorlar. Çünkü bu çocuklar hayatları boyunca hiç iki saat boyunca düşünmemişler, hiç iki saat boyunca zihinleriyle yalnız kalmamışlar. Dersin sonunda, çocuklara soruyorum:- Bu problem ne işe yarar?Cevap veremiyorlar.- Söyleyeyim ben size, diyorum, bu problem hiçbir işe yaramaz. Hayatınızda hiç karşınıza çıkmayacak…Gerçekten de öyle. Saçmasapan bir problem.- Saçmasapan bir problem üzerine iki saat kafa patlattınız!Gülüşüyorlar.- Ama hoşunuza gitti, öyle değil mi?Onaylıyorlar hep bir ağızdan.Problem bir işe yaramaz, ama problemi anlama çabası, probleme yaklaşım, kullanılan yöntem, yoğunlaşma, analiz etme yolları, inatçılık, bütün bunlar çok işe yarar. Ama en önemlisi hayatlarında hiçbir işe yaramayacak bir problemi çözmeye çalışmış olmaları, doğrudan bir sonucu olmayan bir uğraş için iki saatlerini harcamaları, bir çıkar için değil, sadece keyif için emek harcamış olmaları. İşe yararlılık ilkesini iki saatliğine de olsa unutmalarının onları başka bir insan yaptığına inanıyorum.Bugünkü anlamıyla matematiği bulanlar Çinliler, Hintliler, Sümerliler, Mısırlılar değildi, Eski Yunanlardı. Örneğin Pisagor teoremini tüm uygarlıklar biliyordu, ama Pisagor teoremini ilk olarak Eski Yunanlılar kanıtlamıştır.Oysa Eski Yunanlılar da biliyordu Pisagor teoreminin doğruluğunu. Doğru olduğunu bildiğin bir önermeyi kanıtlamaya çalışmak kadar saçma ve gereksiz bir şey olabilir mi? Bugün anlıyoruz bunun saçma ve gereksiz olmadığını, ama o gün? Diğer uygarlıklar matematiksel olgularla yetinirken (ki bu olguların bazıları yanlıştı), Eski Yunan uygarlığı olgularla yetinmemiş, olguları kanıtlamaya çalışmıştır. Böylece matematik doğruyu bulma sanatından, doğrunun neden doğru olduğunu anlama sanatına dönüşmüştür ve 2500 yıldan beri de bu değişmemiştir.

İyi değilim ama kötü de değilim…

Tolstoy’a Göre Güçlü İnsanların 7 Özelliği

Çok Şey Vardı Anlatacak…

Senin en önemli gücün…

Her gününüz bayram olsun..!

Kurban Bayramı Tebriği

Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz
kalınca anlar insan…
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık…
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp “çok şükür bugünü de gördük” diyebilmek…
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir
ilişkiyi bitirmek de öyle…
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini
bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara
düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede
üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle
okşayan anne bayramdır.
“Ona güvenmiştim, yanılmamışım” sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram…
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış
ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son
taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda
karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi,
nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.
Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta
ölebilmek bayram..
Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.
Her gününüz bayram olsun..!
Can Yücel

Biri Sana Yalan Söylüyorsa…

110155042_3051954771584151_7165448850695931227_n[1]

Çevremizdeki her insana yardım elini uzatıp, yukarı çekelim. Hoşgörüyü, merhameti ve sevgiyi yayalım…

2rKWkU1_IUmhyE9ZT5VJKw[1]

Bir balıkçı dostum bana tuttuğu yengeçleri içine koyduğu sepetin bir kapağı olmasına gerek olmadığını söylemişti.

Yengeçlerden biri sepetten yukarı doğru tırmanmaya başlarsa ikinci bir yengeç onun arkasından tırmanır ve onu aşağı doğru çekermiş.
Biz böyle yapmayalım.

Çevremizdeki her insana yardım elini uzatıp, yukarı çekelim. Hoşgörüyü, merhameti ve sevgiyi yayalım…

“Tahsilin ne?”

 

 

Moris Levi facebook sayfasından alıntıdır…

İngiltere’de birinci dünya savaşından önce ülkenin gençleri gönüllü orduya katılmaya başladılar. Adayları çeşitli yerlerde kurulan çadırlarda önce göstermelik bir sağlık muayenesinden geçiriyorlardı sonra da bir kaç sorunun sorulduğu bir görüşme ile birliklerine kaydediyorlardı.
Yine böyle bir kayıt sırasında, bir aday, doktorun sırtını yasak savar gibi dinlemesinden sonra çavuşun ve yazıcının önünde durdu.Önce ismini sordular sonra ikinci soru geldi; “Tahsilin ne?”
Aday gururla yanıt verdi; “Ben Londra’da King’s College da Liberal Arts doktorası yaptım”
Çavuş boş gözlerle adaya baktı. Adayın dediği hakkında en ufak bir fikri yoktu ama aptal gibi görünmek de istemiyordu. Yalnızca, “Ufuklarında Güneş Batmayan imparatorluğun” bekası için “Liberal” kelimesinin “komünist” gibi tehlikeli bir kelime olduğunu hatırlıyordu.
Ağzındaki sigaranın ucunu ısırarak ve küçümser gibi bakarak tekrar sordu; “Yani ? ”
Aday devam etti “Öncesinde Oxford üniversitesinde Linguistik dalında da master yapmıştım”
Sigaranın dumanından mı bilinmez çavuş gözlerini kıstı, derin bir nefes aldı ve; “Nedir o yaptığın, anlamadım ?” diye sordu .
“Dilbilim” dedi aday ve ilave etti “Karşılaştırmalı gramer konusunda 3 kitap yazdım, hatta birini Latince yazdım”
Çavuş irkildi sanki ipucunu yakalamıştı ; “Ne dedin, ne dedin? Yazdım mı dedin ?” diye sordu. Diyalogu başından beri ağzı açık şaşkın şaşkın dinlemekte olan yazıcıya döndü, önce “Yazıcı” diye bağırdı sonra kendi kendine; “bir araba lüzumsuz laf söylüyor züppe,” diye söylendi ve yüksek sesle;
“Oraya yaz oğlum; Aday okuma yazma bilir…Birlik çamaşırhanesi ! Sıradaki gelsin!”
—————-
Çavuşun saptamasına “dar” demeyin son derece doğru, aday okuma yazma biliyor … (çamaşır yıkamayı öğrenebilir)
Geniş bir bakış açısı insana nasıl kazandırılabilir? Anne ve babamızdan aldığımız kalıtsal özelliklerimiz mi, yoksa eğitim ve çevre mi bizi biz yapar?
Bu sorulara şöyle cevap verelim. Anne ve babalarımız doğduğumuz anda kalıtsal özellikleri ile piyanomuzu (Vücudumuzu, zihnimizi, karakterimizi ve yeteneklerimizi) bize verirler. Eğitim ve çevrenin de yönlendirmesi ile piyanoda ne çalacağımıza karar verecek, piyano çalmayı öğrenecek olan biziz. Öğrenmek için de beynimizi çalıştıracağız. Piyano istediği kadar iyi olsun ya da biz daha annemizin karnında bile Mahler dinleyelim kafa çalıştırmadan “tavşan kaç” bile çalamayız.
Tarih boyunca pek çok ülkede defalarca bebekken hayvanlar tarafından kaçırılmış ve ormanda senelerce kalmış vahşi çocuklar bulundu. Yaşamlarının ilk 7-8 yılını hayvan davranışlarını taklit ederek büyümüş bu çocuklara daha sonra kurtarıldıktan ve çevreleri değiştikten sonra insanlar içerisinde konuşmayı öğretemediler. Konuşmayı öğrenemedikleri gibi hemen hiç bir şey öğrenemiyorlardı. Çünkü diyalog kurma, çok boyutlu karmaşık düşünme, anlam biriktirme, bağdaştırma, kıyaslama yetilerini geliştirememişlerdi. Hayvanlar gibi içgüdülerine ve görerek öğrenmiş bulundukları davranış kalıplarına göre yaşamayı sürdürmek istiyorlardı. Çünkü insan gibi düşünemiyorlardı. Buddha demiş ki; “All that we are is the result of what we have thought” ( Biz sadece kendi düşüncelerimizin sonucuyuz) .
Bir şeylerin tutsağı / önyargılısı / kölesi olmaya alışmış bir insan bırakın vizyon sahibi olmayı asla kendi kendinin sahibi olamıyor.
Çocuklarımıza en başta düşünmeyi, beyinlerinin kapasitesini kullanmayı öğretmek zorundayız.
Adam doktora soru sorar;
– Bir insanın zihinsel saplantıları olduğuna nasıl karar veriyorsunuz ?
– Su dolu bir küveti boşaltmak için bir kaşığı, bir fincanı ve bir kovası olduğunu söylüyor ve ; “Nasıl boşaltmayı tercih ediyorsun?” diye soruyoruz .
Adam:
– Anladım. Kovayı tercih etmeli çünkü büyük.
– Hayır, der doktor, Kafasını özgür çalıştırabilen bir insan kendisine verilen referanslara takılmadan küvetin tıpasını çekmesi gerektiğini düşünür.
Peki çocuklarımıza düşünmeyi nasıl öğreteceğiz?
Çocuklara “çözümü düşün sen bul” diye sormadığımız ve önlerine kova, kaşık ve fincanı dayayıp birini seç dediğimiz (ve bunun adına da “eğitim” dediğimiz) sürece öğretemiyeceğiz. Çünkü aslında istediğimiz onların “vizyoner” değil “bizim gibi” olmaları.
Babam bende, kardeşimde, yeğenlerinde ve torunlarında bunu öykülerle yapmayı denemişti. Bugün geriye dönüp baktığımda öykülerin önemli özelliklerini fark ediyorum ve babamı minnetle anıyorum.
Çoğunlukla uydurduğu öyküler genellikle günlük yaşamla ilgili idi. Öykülerde yarattığı tiplemeler öyle olağanüstü filan değillerdi, hep günlük yaşamda karşılaştığımız tiplerdi. (Bir satıcı, bir garson, bir öğretmen, bir büyükanne vsr vsr hatta bir kısmı da tanıdığımız insanlar, çizgi roman kahramanları olurdu) Heyecan verici basit, teatral, detaylı tasvirler (renkli şapkalar, abartılı duruşlar, eğlenceli ifadeler) anlatarak kahramanlarını tanıtır, ilgimizi çeker, hayal kurmamızı tetiklerdi. Daha sonra öyküdeki insanları komik bir sorunun, bir çatışmanın, bir sıkıntının içine düşürürdü. İşte o an bir yerlerden öyküyü dinleyen çocuk (örneğin ben) birden öykünün içine girerdik ve soğukkanlı, zeki, doğru bir çözümü yaratırdık. Yani tıpayı çekmeyi dinleyici akıl etmiş olurdu. Çözüm hep kimsenin düşünemediği, kesinlikle adil ve zekice idi. Sonra da gururlu kahraman geldiği gibi çabuk öyküden çıkar boş çekişmeler ve çatışmalarla asla yıpranmazdı.
Çocuklarımızı, kalıpların dışında bir dünya olduğu gerçeğinin, özgürlüğün değerinin, çözüm üretmenin, adil ve faydalı olmanın, kendine güvenmenin, korkmadan sorunların üstüne gitmenin, insanları oldukları gibi kabul etmenin, bilginin ve bilgiyi kullanmanın, düşünmenin, hayal kurmanın öğretildiği öykülerle büyütmemizi öneriyorum. Bilmediklerinden ve ilk kez duyduklarından ne korksunlar ne de anlamadıklarını / bilmediklerini açıkça söylemekten çekinmesinler. Vizyon sahibi olan insanların değerlerini aşağılık duygusuna kapılmadan teslim etsinler. Ve en önemlisi öykülerle düşünmenin ve kavramanın olağanüstü büyüsünü öğrensinler.
————-
(Şelah Leha)

Kendin Olmayı Yeniden Öğrenmek…Oruç Aruoba

2a3ba6cd1a2d27a63bbbd2b6ee3737a3[1]

Belki de konuşuyordur gözlerin

97248608_1567864666721096_6949429867167350784_n[1]

 

Belki de konuşuyordur gözlerin
Ama ben gözce bilmiyorum ki;
Sessizce biliyorum
Usulca biliyorum
Masumca biliyorum…
Cemal Süreya 💗
Bruno Cerboni’nin Cam Mozaik eseri..

1 kişi ne yapabilir ki diyenlere !!!!

96238092_10219494398164558_1373144513895202816_n[1]
1 Aralık 1955 Perşembe… ABD’nin Alabama
eyaletinin Montgomery şehrinde Rosa Parks adında 42 yaşındaki ufak tefek siyahi bir kadın terzi şehir fuarında ki işinden akşam saat 6’da çıktı. Çok yorgun du ve tek istediği bir an önce evine ulaşmaktı. Belediye otobüsünün ortasındaki “değişken” statülü koltuklardan birine oturdu. Montgomery belediye otobüslerindeki ilk 4 sıra koltuklar beyazlara aitti. Siyahlara en arka koltuklar ayrılmıştı. Ortadaki değişken statülü koltuklarsa beyazların sıraları doluncaya kadar siyahların da oturabilecekleri koltuklardı. Beyazların sıraları dolduğunda siyahlar oturdukları bu koltukları boşaltıp daha arkaya geçmek zorundaydılar. Eğer arkada da yer yoksa ayakta durmaları, eğer ayakta duracakları yer de yoksa otobüsten inmeleri gerekiyordu.
O akşam bazı beyazlar ayakta kalınca şoför arkaya doğru yürüyerek değişken statülü koltuklardaki siyahlara “kalkın” şeklinde bir el işareti yaptı. Değişken statülü koltukların ilk sırasındaki üç siyah erkek kalkıp arkaya yöneldi. Rosa Parks’ın yanında cam kenarında oturan siyah erkek de kalktı. Rosa Parks ise cam kenarındaki koltuğa kaydı ve kayıtsızca şoförün gözlerine bakmaya başladı. Herkes büyük bir şok yaşıyordu. Şoför kızgınlıkla neden kalkmadığını sordu. Rosa Parks yerini bir başkasına vermesi gerektiğine inanmadığı söyledi. Şoför polis çağırdı, Rosa Parks tutuklandı ve 5 Aralık Pazartesi günü mahkemece kamu düzenine itaatsizlikten 14 dolar para cezasına çarptırıldı.
381 gün boyunca Montgomery’de bir tek siyah bile otobüse binmedi. İşlerine, okullarına yürüdüler. Buldukları her özel araçla belediye otobüsü bileti fiyatına siyahları taşımaya başladılar. Bazı beyaz ev kadınları da arabalarıyla destek verdi. Belediye otobüslerini işleten şirket büyük maddi zarar yaşadı. Bazı otobüsleri adeta çürüdü. Şehirde öfke yükseldi. Beyaz çeteler işe yürüyerek giden siyahlara saldırmaya başladı. Bazılarını linç ettiler. Ancak siyahlar boykota devam etti. Eylem sonunda zafere ulaştı ve 21 Aralık 1956’da Yüksek Mahkeme’nin siyahların otobüslerde istedikleri yere oturabilecekleri yönünde karar vermesiyle siyahlar otobüs boykotunu sona erdirdiler. Beyaz ırkçıların tepkisi sert oldu. Otobüslere silahlı saldırılar gerçekleştirdiler. Siyahları dövdüler. Rosa Parks 1957’de ölüm tehditleri ve beyazların ona iş vermemesi nedeniyle önce Virginia’ya, bir yıl sonra da Detroit’e taşındı. Bir yandan çalışmaya bir yandan da sivil haklar hareketinde mücadelesine devam etti. Martin Luther King’in başını çektiği hareket giderek büyüdü ve 1964’te çıkarılan yasa ile başarıya ulaştı. Direnişin sembolü haline gelen Rosa Parks 24 Ekim 2005 günü 92 yaşında hayatını kaybetti.
Rosa Parks’ın o akşam bindiği otobüs günümüzde Detroit’teki “Henry Ford Müzesi”nde sergileniyor. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz otobüs işte o otobüs. ABD başkanı Barack Obama’nın oturduğu koltuk da işte o koltuk. O akşam Rosa Parks’ı siyah olduğu için belediye otobüsünün koltuğundan kaldırmak isteyen insanların ülkesinin başkanlık koltuğunda bugün bir siyah oturuyor.
Tarih kendiliğinden değişmez, onu değiştirmek için yüreği tutuşmuş insanlar gerekir. Yıldız yürekli kadın Rosa Parks gibi…

Türkiye’nin yetiştirdiği başarılı bir heykeltıraş olan İlhan Koman…

Türkiye’nin yetiştirdiği başarılı bir heykeltıraş olan İlhan Koman, bilim ve sanatı bir arada buluşturan, yaşatan eserleriyle sanat dünyasında edindiği kendine özgü yerden sebep, Türkiye’nin Da Vinci’si olarak anılıyor.
Figüratif soyutlama alanında en ünlü, üzerine en çok konuşulan eseri Akdeniz Heykeli ise, Türkiye’de bulunuyor. Bir dönem Galatasaray Meydanı’nda duran heykeli, daha sonra Levent’ten geçenlerimiz her gün selamladı. Şimdilerde ise, İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda. Yolu düşen bir selam göndersin sanatçının ruhuna…

Çocukluğu
İlhan 17 Haziran 1921’de, Edirne’de, Sevinç Leman Hanım ve Fuat Bey’in oğulları olarak dünyaya geldi. Doktor olan babasından tarafı ailesi, Mohaç Savaşı’ndan sonra Konya’dan Balkanlar’a kadar yerleştirilmiş Türk köylülerindendi. 1880’lerde ise, Yugoslavya’dan Edirne’ye göç etmişlerdi. Anne tarafından ailesine baktığımızda ise, dedesi Mehmet Şeref Aykut Bey, II. Abdülhamid dönemi devrimcilerindendi. Ayrıca Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurucuları arasındaydı.
İlhan, 1940’a kadar ailesiyle Edirne’de, Kaleiçi’nde yaşadı; çocukluğu, ilk gençliği hep burada geçti. Ailesinin ortak noktası özgürlüklerine düşkünlükleriydi. Dolayısıyla İlhan’ı da özgür bir çocuk olarak yetiştirdiler. Her yaz İstanbul’a, dedesini ziyarete giderlerdi. İlhan’ın burada en çok ilgisini çeken şey Haliç’ten geçen vapurlardı. Onları, öylece durup hiç bıkmadan izleyebilirdi. 5-6 yaşlarındaydı İlhan maket gemiler yapmaya başladığında. En büyük ilhamı ise, hiç kuşkusuz Haliç’te seyre daldığı vapurlardı. Bu gemi sevgisinden sebep, lise sıralarında dahi düşlediği meslek Gemi İnşaatı Mühendisliği idi…
Oysa eğitim hayatının akışı onu bambaşka yollardan geçirdi. Bu aslında tamamen hayatının akışıydı…
İlhan, 17 yaşında tüberküloza tutuldu. Durumu günden güne ağırlaşıyor, ailesinin de umudu tükeniyordu. Tedavi için İstanbul’a daha sık gider oldular. Bu giderek uzayan bir süreçti. Askerlikten de muaf oldu. Çok uzun zamandır resim yapıyordu. Önünü göremediği süreçte, en azından yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Akademi’ye başvurdu. Resimlerini ilgili yerlere ulaştırdığında İlhan, artık Güzel Sanatlar Resim Bölümü öğrencisiydi…
II. Dünya Savaşı’nın en kasvetli günlerinde, bu başlangıç İlhan’ın yaşamına güneş gibi doğan aydınlık bir başlangıçtı…
Eğitim hayatı
Liseyi de Edirne Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1941’de, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne kaydoldu. Çok geçmeden hocalarının dikkatini çekmeye başladı. Antik heykellerden kopya ettiği ve süsleme çalışmaları, gözden kaçacak gibi değildi. Yeteneği hemen fark edilen bir öğrenci olarak hocalarının tavsiyesiyle gelecek yıl Heykel Bölümü’ne geçiş yaptı. 1945’te okuldan birincilikle mezun olurken İlhan, Rudolf Belling’in öğrencisiydi…
1947’de, Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavla devlet bursu alarak Paris’e giden sayılı öğrenciler arasında onun da adı vardı. Diğer burslu öğrenciler Neşet Günal, Sadi Öziş ve Refik Eren ile Paris’e doğru yola çıktı. Burada başladığı atölyeye sadece 2 ay dayanabilmişti. Çünkü klasik eğitimi Akademi’de almış ve burada bir daha tekrar etmeyi anlamsız buluyordu. Çoktan başladığı soyut çalışmalarında ilerlemeyi alanında gelişimi açısından daha sağlıklı buluyordu. Burada onun okul bellediği en değerli yerler, Louvre ve Rodin Müzesi oldu.
Özellikle Louvren Müzesi’ndeki çalışmaları sırasında Mezopotamya ve Mısır sanatının etkisindeydi. Burada geçirdiği süreçte çağdaş akımlara ilgi duyan İlhan Koman, ilk sergisini de 1948’de, Paris’te açtı. 1951’de bursunun bitmesiyle İstanbul’a, mecburi hizmetle Akademi’sine döndü.
Dönmeden hemen önce Paris’te yapacağı son bir şey daha vardı. Mediha Kaptana ile evlendiler. Bu evlilik, onlara bir erkek çocuk verdi…
Türkiye zamanları
İlhan, Türkiye’ye döner dönmez İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi mecburi hizmetine başladı. Buradaki görevi 1958’e kadar sürecekti…
Bir yandan da özel işler peşindeydi. 1952’de, “Anıtkabir Heykel Yarışması”nda, “Şeref Holüne çıkan merdivenlerin sağındaki kabartma kompozisyonu” birinciliğini elde etti ve rölyefleri Anıtkabir’in çıkış merdivenlerinin doğu kanadını süsledi. 1952-1954 yılları arası bu proje kapsamında gerçekleştirdiği “Sakarya Meydan Muharebesi” konulu rölyeflerini hazırlarken, yine Paris zamanlarından izler taşıyan, Mezopotamya ve Mısır sanatının etkisindeydi.
1953’te, Akademi bünyesinde kurulan metal atölyesinde Ali Hadi Bara, Sadi Öziş ve Zühtü Müridoğlu ile çalışmaya başladı. Yine aynı yıl buradan bağımsız olarak Sadi Öziş ve Şadi Çalık ile “Karametal” adını verdikleri mobilya atölyesini kurarak, burada modern mobilyalar tasarladılar. Bu atölyenin maddi kaynağını ise, fabrikatör Mazhar Süleymangil sağlıyordu. Bu işe biraz da ek gelir elde etmek amacıyla girişseler de asıl amaçları elbette sanatsal anlamda büyümekti. Ancak bir yandan maddi yetersizlikler, bir yandan da ülkenin genel durumu sebebiyle Türkiye sınırları dışına çıkamadı. Ancak genel bir perspektifle bakıldığında, bu girişim, Türkiye’de tasarım tarihi açısında önemli bir adımdı…
Hep çok çalışmak ve sanat için üretmek istiyordu. 1955’te, Ali Hadi Bara, Şadi Öziş ve Mimar Tarık Carım ile bir araya gelerek Fransız Grup Espas’tan esinlendikleri, resim, heykel ve mimarinin iş birliğini savunan işler üretecekleri Türk Grup Espas’ı kurdular…
İlhan, 1967’de, Stockholm Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu’na öğretim üyesi olarak kabul edildi. Yine bu dönemde yel değirmenleri ve geometrik türevler gibi bilimsel buluşları tescillendi.
1969’da, İsveç’te Sundsvall’da bir alan düzenlemesi yarışmasında ve 1970’te de Örebro Belediye Sarayı önüne konulmak üzere yapılan heykeller için açılan yarışmada da birincilik ödüllerine layık görüldü…
İsveç’e yerleşti
İlhan Koman, yaptığı çalışmalar ile 1954’te Ankara Devlet Sergisi’nde ikincilik, 1955’te ise, birincilik ödülünün sahibi oldu.
1958’de, Brüksel’de düzenlenen uluslararası bir sergide Türk paviyonunu o yaptı. 6 ay süren bu çalışma sürecinde tanıştığı Mimar Ralph Erskine, mimari tasarımlar için form araştırmaları ve yeni çalışmalar için İlhan Koman’ı, İsveç’e davet etti.
Davete olumlu bakan İlhan, bu sırada eşinden de boşanıyordu. Güzel Sanatlar Akademisi görevinden de istifa etti ve 1959’da, tamamen İsveç’e yerleşti.
1965’te, yaşamını restore ettirdiği bir gemide yaşamaya başlayacaktı. Hulda adlı bu gemi, İsveç’te bir tersanede Baltık ticaret gemisi olarak üretilmiş ve uzun yıllar da Baltık Denizi’nde amacına uygun olarak kullanıldı. İlhan Koman, 1965’te bu gemiyi satın aldı; bundan böyle ailesiyle yaşayacağı ev ve eserlerini üreteceği atölyesine dönüştürdü. Ölene dek burada yaşadı. Hulda, 2010’da, İlhan Koman Vakfı’nın düzenlediği Hulda Festivali kapsamında, Stockholm’den İstanbul’a, Güzel Sanatlar Akademisi rıhtımına getirilecekti…

İlhan Koman’ın sanat anlayışı
Tüm eserleri dinamik olan İlhan Kaman, madde ve doğanın dengesindeki sonsuz devinimin heykellerini yaptı. Türkiye’de son ve İsveç’e gittiği ilk yıllarda, vazgeçilmez malzemesi kesinlikle vazgeçilmeziydi. 1956-1965 yılları arası ise, İlhan Koman’ın sanat yaşamında Demir Çağı oldu. Demir, onun sanatında Orta Çağ’daki demirci ustalarının yaklaşımıyla metal unsurları da ekleyerek işlediği eserlerinde en temel malzemesi oldu. Ona baktığında bambaşka şeyler gördüğü muhakkaktı…
Demire olan düşkünlüğü 1965’ten sonra yerine giderek ahşaba bırakmaya başladı. Tabii demirden vazgeçmiş de değildi. Bunun yanında bronz, duralit, plastik gibi pek çok malzemeye de izin veriyordu ellerine eşlik etmesi için. Bu dönemde iç içe geçmiş objelerle konstrüktif etkinin yanında geometrik kullanımı da görülüyordu.
İlhan Koman, hangi etkiyi, hangi malzemeyle yatmaya çalışırsa çalışsın hepsinde ortak olan, eserin seyircisinin de bu sürecin bir parçası olmasıydı. Kaynakların verdiği örneğe göre, -eserlerini takip edenler de hemen örneği kavrayacaktır- İlhan Koman’ın, Yuvarlanan Kadın ve Derviş adlı heykellerinde hareketi başlatan seyircinin fiziksel müdahalesiydi…
Derviş adını verdiği heykeline, ağaçta olduğunu inandığı mistik yaklaşımlar sebebiyle bu adı vermişti. İlhan Koman, ağacı büsbütün canlı bir malzeme olarak niteliyordu. Bu eserinde de başrolde yine sonsuzluk vardı…
İlhan Koman’ın bakış açısını en çok açıklayan eseri kuşkusuz Leonardo idi. Leonardo Da Vinci’nin insan bedenini üç çemberin içine yerleştirdiği eserinden ilham alarak şehrin boyutlarının insan bedeninin oranlarına uyması gerektiğini gösteren Vitruvius’a göndermede bulunarak desene eklediği dördüncü çemberle, insan bedenini soyutlayarak barış işaretine dönüştürmüştü. Çünkü ona göre, insan her şeyin ölçüsü olduğu zaman şehir, gerçekten yaşanılır bir yer olacaktı…
Akdeniz Heykeli
Akdeniz Heykeli, İlhan Koman’ın Türkiye’deki en önemli ve en bilinen eseri. İstanbul’da yaşayanlarımız onu, hemen her gün görüyoruz. En azından kendi adıma ben görüyorum ve şimdi bu heykelin hikâyesini de özellikle anlatmalıyım…
İlhan Koman, Akdeniz Heykeli’nde yine seyircisini de ona dahil ederek yapmıştı. Onu izleyerek önünden geçen seyircisinin hareketiyle rüzgarda savrulmaya başlıyordu. Çünkü bu heykelin yarısı metalden, yarısı boşluktandı. İçinde bulunduğu mekan da onun bir parçasıydı. Tanımı şudur ki, “Akdeniz Heykeli, dalgalanan, titreşen, deniz kokulu bir ilahedir.”
İlhan Koman, 1981’de Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü’nü kazanan bu heykeli, 1980’de, Halk Sigorta için yapmış, Akdeniz Heykeli, Zincirlikuyu’da inşa edilen Genel Müdürlük binasının önüne yerleştirilmişti. Aslında İlhan, heykeline ayrılan bu yerden memnun değildi. Zaten heykelini istediği gibi renklendirememişti de. Ancak maddi imkansızlıklar sebebiyle şirketin şartlarını da kabul etmişti. Ömrü vefa ettiğince Akdeniz Heykeli için gördüğü bunlardı.
2000’de, Halk Sigorta’nın adı Yapı Kredi Sigorta A.Ş olarak değiştirilince heykelin mülkiyeti de yeni şirkete geçti. Artık Akdeniz Heykeli de bu şirketin herhangi özel mülkünden biriydi ve onun üzerinde haklarını istediği gibi kullanabilirdi. Heykel, bir süre Galatasaray Meydanı’nda sergilendi. Daha sonra da Levent’teki Yapı Kredi Binası’nın önüne, beton bloklar ile otoyol arasına getirildi. Ancak 2014’te yaşanan protestolar sırasında İsrail ile ilişkilendirilerek kolu kırılan heykel, 2017 itibarıyla İstiklal Caddesi’ndeki Yapı Kredi Kültür Sanat Binası’nda, kapalı alanda sergilenmeye başlandı. Denize nazır sergilenmesi hayal edilen heykel, binanın üçüncü katının Galatasaray Lisesi’ne bakan tarafında dışarıdan görünür şekilde, en azından İlhan Koman’ın yakın arkadaşı Sadi Çalık’ın, Galatasaray Meydanı’ndaki soyut heykeliyle de göz göze konumlanmıştı…

Bu eseri yaparken esin kaynağını kendisi şöyle açıklıyordu İlhan Koman: “İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi. Kucak açmayı bu adla anlatmak istedim. Sevgiyi ve kucaklaşmayı anlatırken bir kadının bütünlüğünden yararlanmak istedim.”
İlhan Koman’ın yakın dostu Güneş Karabuda ise, heykelin konulması gereken yerle ilgili hatırladığı dostunun hatırladığı görüşünü şöyle ifade ediyordu: “Şöyle güneyde bir Akdeniz kentinin liman girişine konsa, gelen geçen gemiler ona düdük çalsa, selam etse; güzel olurdu.”
İlhan Koman öldü
İlhan Koman, 1986’da, İsveç’in başkenti Stockholm’de hayata veda etti. Yaşamını önce özgürlüğü, sonra sanatı üzerine kuran sanatçı, dünya yaşıyla 65 yaşındaydı. Vasiyet ettiği gibi cesedi yakıldı ve külleri yaşamının büyük bir bölümünü yaşadığı konum itibarıyla üzerinde geçirdiği Baltık Denizi’ne savruldu…
Ülkemizde en bilinen eseri Akdeniz Heykeli! Çoğunluğu ise, Stockholm’de 20 kadar şehrin sokak ve meydanlarını süslüyor. En ünlü, en beğenilen eseri Leonardo’ya Selam ise, Stockholm Mimarlık Yüksek Okulu’nun önünde… Heykellerine duyduğu tutku, hayatında ve eserlerindeki dinamizm ve sanat dünyasında kendine özgü edindiği yer ile bir İlhan Koman geçti bu dünyadan…
En çok sanat adına,
İyi ki…
Damla Karakuş
damla.karakus@ensonhaber.com