Moris Levi facebook sayfasından alıntıdır…
İngiltere’de birinci dünya savaşından önce ülkenin gençleri gönüllü orduya katılmaya başladılar. Adayları çeşitli yerlerde kurulan çadırlarda önce göstermelik bir sağlık muayenesinden geçiriyorlardı sonra da bir kaç sorunun sorulduğu bir görüşme ile birliklerine kaydediyorlardı.
Yine böyle bir kayıt sırasında, bir aday, doktorun sırtını yasak savar gibi dinlemesinden sonra çavuşun ve yazıcının önünde durdu.Önce ismini sordular sonra ikinci soru geldi; “Tahsilin ne?”
Aday gururla yanıt verdi; “Ben Londra’da King’s College da Liberal Arts doktorası yaptım”
Çavuş boş gözlerle adaya baktı. Adayın dediği hakkında en ufak bir fikri yoktu ama aptal gibi görünmek de istemiyordu. Yalnızca, “Ufuklarında Güneş Batmayan imparatorluğun” bekası için “Liberal” kelimesinin “komünist” gibi tehlikeli bir kelime olduğunu hatırlıyordu.
Ağzındaki sigaranın ucunu ısırarak ve küçümser gibi bakarak tekrar sordu; “Yani ? ”
Aday devam etti “Öncesinde Oxford üniversitesinde Linguistik dalında da master yapmıştım”
Sigaranın dumanından mı bilinmez çavuş gözlerini kıstı, derin bir nefes aldı ve; “Nedir o yaptığın, anlamadım ?” diye sordu .
“Dilbilim” dedi aday ve ilave etti “Karşılaştırmalı gramer konusunda 3 kitap yazdım, hatta birini Latince yazdım”
Çavuş irkildi sanki ipucunu yakalamıştı ; “Ne dedin, ne dedin? Yazdım mı dedin ?” diye sordu. Diyalogu başından beri ağzı açık şaşkın şaşkın dinlemekte olan yazıcıya döndü, önce “Yazıcı” diye bağırdı sonra kendi kendine; “bir araba lüzumsuz laf söylüyor züppe,” diye söylendi ve yüksek sesle;
“Oraya yaz oğlum; Aday okuma yazma bilir…Birlik çamaşırhanesi ! Sıradaki gelsin!”
—————-
Çavuşun saptamasına “dar” demeyin son derece doğru, aday okuma yazma biliyor … (çamaşır yıkamayı öğrenebilir)
Geniş bir bakış açısı insana nasıl kazandırılabilir? Anne ve babamızdan aldığımız kalıtsal özelliklerimiz mi, yoksa eğitim ve çevre mi bizi biz yapar?
Bu sorulara şöyle cevap verelim. Anne ve babalarımız doğduğumuz anda kalıtsal özellikleri ile piyanomuzu (Vücudumuzu, zihnimizi, karakterimizi ve yeteneklerimizi) bize verirler. Eğitim ve çevrenin de yönlendirmesi ile piyanoda ne çalacağımıza karar verecek, piyano çalmayı öğrenecek olan biziz. Öğrenmek için de beynimizi çalıştıracağız. Piyano istediği kadar iyi olsun ya da biz daha annemizin karnında bile Mahler dinleyelim kafa çalıştırmadan “tavşan kaç” bile çalamayız.
Tarih boyunca pek çok ülkede defalarca bebekken hayvanlar tarafından kaçırılmış ve ormanda senelerce kalmış vahşi çocuklar bulundu. Yaşamlarının ilk 7-8 yılını hayvan davranışlarını taklit ederek büyümüş bu çocuklara daha sonra kurtarıldıktan ve çevreleri değiştikten sonra insanlar içerisinde konuşmayı öğretemediler. Konuşmayı öğrenemedikleri gibi hemen hiç bir şey öğrenemiyorlardı. Çünkü diyalog kurma, çok boyutlu karmaşık düşünme, anlam biriktirme, bağdaştırma, kıyaslama yetilerini geliştirememişlerdi. Hayvanlar gibi içgüdülerine ve görerek öğrenmiş bulundukları davranış kalıplarına göre yaşamayı sürdürmek istiyorlardı. Çünkü insan gibi düşünemiyorlardı. Buddha demiş ki; “All that we are is the result of what we have thought” ( Biz sadece kendi düşüncelerimizin sonucuyuz) .
Bir şeylerin tutsağı / önyargılısı / kölesi olmaya alışmış bir insan bırakın vizyon sahibi olmayı asla kendi kendinin sahibi olamıyor.
Çocuklarımıza en başta düşünmeyi, beyinlerinin kapasitesini kullanmayı öğretmek zorundayız.
Adam doktora soru sorar;
– Bir insanın zihinsel saplantıları olduğuna nasıl karar veriyorsunuz ?
– Su dolu bir küveti boşaltmak için bir kaşığı, bir fincanı ve bir kovası olduğunu söylüyor ve ; “Nasıl boşaltmayı tercih ediyorsun?” diye soruyoruz .
Adam:
– Anladım. Kovayı tercih etmeli çünkü büyük.
– Hayır, der doktor, Kafasını özgür çalıştırabilen bir insan kendisine verilen referanslara takılmadan küvetin tıpasını çekmesi gerektiğini düşünür.
Peki çocuklarımıza düşünmeyi nasıl öğreteceğiz?
Çocuklara “çözümü düşün sen bul” diye sormadığımız ve önlerine kova, kaşık ve fincanı dayayıp birini seç dediğimiz (ve bunun adına da “eğitim” dediğimiz) sürece öğretemiyeceğiz. Çünkü aslında istediğimiz onların “vizyoner” değil “bizim gibi” olmaları.
Babam bende, kardeşimde, yeğenlerinde ve torunlarında bunu öykülerle yapmayı denemişti. Bugün geriye dönüp baktığımda öykülerin önemli özelliklerini fark ediyorum ve babamı minnetle anıyorum.
Çoğunlukla uydurduğu öyküler genellikle günlük yaşamla ilgili idi. Öykülerde yarattığı tiplemeler öyle olağanüstü filan değillerdi, hep günlük yaşamda karşılaştığımız tiplerdi. (Bir satıcı, bir garson, bir öğretmen, bir büyükanne vsr vsr hatta bir kısmı da tanıdığımız insanlar, çizgi roman kahramanları olurdu) Heyecan verici basit, teatral, detaylı tasvirler (renkli şapkalar, abartılı duruşlar, eğlenceli ifadeler) anlatarak kahramanlarını tanıtır, ilgimizi çeker, hayal kurmamızı tetiklerdi. Daha sonra öyküdeki insanları komik bir sorunun, bir çatışmanın, bir sıkıntının içine düşürürdü. İşte o an bir yerlerden öyküyü dinleyen çocuk (örneğin ben) birden öykünün içine girerdik ve soğukkanlı, zeki, doğru bir çözümü yaratırdık. Yani tıpayı çekmeyi dinleyici akıl etmiş olurdu. Çözüm hep kimsenin düşünemediği, kesinlikle adil ve zekice idi. Sonra da gururlu kahraman geldiği gibi çabuk öyküden çıkar boş çekişmeler ve çatışmalarla asla yıpranmazdı.
Çocuklarımızı, kalıpların dışında bir dünya olduğu gerçeğinin, özgürlüğün değerinin, çözüm üretmenin, adil ve faydalı olmanın, kendine güvenmenin, korkmadan sorunların üstüne gitmenin, insanları oldukları gibi kabul etmenin, bilginin ve bilgiyi kullanmanın, düşünmenin, hayal kurmanın öğretildiği öykülerle büyütmemizi öneriyorum. Bilmediklerinden ve ilk kez duyduklarından ne korksunlar ne de anlamadıklarını / bilmediklerini açıkça söylemekten çekinmesinler. Vizyon sahibi olan insanların değerlerini aşağılık duygusuna kapılmadan teslim etsinler. Ve en önemlisi öykülerle düşünmenin ve kavramanın olağanüstü büyüsünü öğrensinler.
————-
(Şelah Leha)
Bir Cevap Yazın