Yakınmanın beyninizi nasıl etkilediğinin farkında mısınız?

beyin_dalgalari1

 

Yakınma deyince aklınıza eminim hızlıca gelebilecek bazı yüzler vardır. Bu kişiler sıkıntılı, huzursuz duygu durumları, daha çok felaket senaryolarını içeren olumsuz bakış açıları, karamsar ve söylenen halleriyle zihnimizde yer etmişlerdir. Biz onların bardağın boş tarafını görme eğilimi olduğunu düşünürken, onlar sıklıkla kendilerinin “gerçekçi” olduklarını savunurlar.

Evet çok parlak gündemi olan bir ülkede yaşamıyoruz, dünyanın pek çok diğer yerinde de hayat pek yolunda gitmiyor. İnsanlığın üzerinde durduğu dalı kesmeye devam ettiği aşikar. Ancak tablo böyle olmasa dahi gündelik olaylarda, ilişkilerde önce olumsuzlukları gören ve bunu tekrar ve tekrar dert edinen ve psikolojideki karşılığı ile olayları bir çeşit düşünsel geviş getirme (ruminasyon) şeklinde yaşayan kişiler var. Ve bu hal yavaş ve derinden önce kişiyi sonra toplumu hasta ediyor. Şöyle düşünün; insanlar daha çok duygusal beyinleri ile karar alıyorlar ve kaygı ile sıkıntı insanlar arasında en çabuk bulaşan duygularken, bu olumsuz düşünme hali insan bünyesini nasıl etkiler? Giderek daha çok kişinin olumsuz düşündüğü, yakındığı ve sıkıntılı ruh haline sahip olduğu bir toplum nasıl bir organizmaya dönüşür ya da “nasıl çıkılır bu şekilde karanlıklardan aydınlıklara”?

Kişilerarası ilişkilerdeki olumsuz davranışlar, özellikle de yakınma, alay etme, zorbalık davranışları üzerine çalışan sosyal psikolog Dr. Robin Kowalski yakınmanın bugünlerde kültürün bir parçası olduğunu, birçok kişinin hiç farkında dahi olmadan süreğen şekilde yakındığını söylemektedir. Burada bir parantez açmak gerekirse tabii ki bunu zaman zaman herkesin biraz yapmasında hiçbir gariplik yoktur. Problemli olan bazı kişilerin “kronik yakınmacılara” dönüşmüş olması ve bunun bir çeşit olumsuzluklarla baş etme mekanizması olarak kullanılmasıdır. Oysa yakınmak bir baş etme şekli değildir, dahası yakınma, beynin fizik yapısını kaygılı ve depresif olma yönünde yeniden şekillendirirken eylemsizliğe giden yolu açan ve sonuçta toplumu işlevsizleştiren bir etkiye sahiptir. Araştırmalar sürekli “pozitif olma” yönündeki zorlamanın sağlıksızlığı kadar, yakınma şeklinde dışa vurulan olumsuz düşünme şeklinin de sağlıksızlığından bahsetmektedir.

Peki “yakınma” beyni nasıl etkiler?

Yakınmanın beyin üzerindeki etkisini anlayabilmek için basitçe beynin birkaç çalışma prensibini bilmeliyiz. Mesela:

Birlikte ateşlenen nöronlar (sinir hücreleri) birlikte bağlanır!
Nöropsikolojinin babası olarak görülen Donald O. Hebb’in nörofizyolojik öğrenme kuramında öğrenmede duyguların ve nöronlar (sinir hücreleri) arasında kurulan etkileşimin öneminden bahsetmiştir. Yani bir şey düşündüğümüzde veya bir duygu ya da beden duyumu hissettiğimizde, beynimizde binlerce nöron tetiklenmekte ve bir nöral ağ oluşturmak için bir araya gelmektedir. Yaşam deneyimleri sonucu oluşan tekrarlayıcı düşünceler; beynin aynı nöronları tetiklemeyi öğrenmesini sağlar. Yani pratik ettiğinde ustalaşır. Dolayısıyla basitçe zihninizi sürekli eleştiri, endişe ve mağduriyet ile meşgul tutarsanız, beyniniz benzer durumlarda aynı düşünceleri getirmeyi daha kolay bulacaktır. Çünkü beyin, düşünce örüntüleri ile karşılaşılan durumlara olumlu ya da olumsuz tepki verilmesi arasında bağlantılar kurar. Böylece düşünceler beyni yeniden şekillendirirken, aslında gerçekliğin fiziksel yapısı da değişmeye başlar.

En kısa yol yarışı kazanır!
Daha güçlü bağlanan nöronlar (daha sık düşünme yoluyla) bizim kişiliğimizi  belirleyen bileşenleri (zeka, beceriler, yatkınlıklar, en kolay ulaşılabilen düşünceler gibi) temsil etmeye başlar. Şöyle düşünün topu birbirlerine atan iki çift var. Bir çift birbirine 10 adım uzaklıkta diğer çift 100 adım uzaklıkta duruyor. Her çiftten bir kişi karşıda bekleyen partnerine tam olarak aynı anda ve aynı hızda topu atıyor. Topu ilk yakalayan takım kişisel kararınızı ve ruh halinizi belirleyecek olandır. Sizce hangi takım topu önce yakalar?  Temel uzaklık, zaman ve hıza yönelik fizik kuralları der ki 10 adım uzaklıkta olan her zaman önce yakalar. Bu basitçe düşüncelerin de nasıl çalıştığının örneğidir. Düşünceler tekrar edilme yoluyla, sizin eğilimlerinizi temsil eden nöron çiftlerini birbirine daha yakın hale getirir ve bir fikir oluşturmanız gerektiğinde alacağı her zaman mesafe daha yakın olan kazanır. Yani siz kendinizi sıklıkla önce olumsuz ihtimali düşünürken buluyor olabilirsiniz.

Ayna nöronlar
1990’larda maymunlarla yapılan deneylerde fark edilen ve sinirbilimci Vilayanur Ramachandran’ın  “bilim dünyası için DNA’nın keşfinden daha önemli bir aşamadır” dediği ayna nöronlar; beyinde bir hareketi kendimiz yaptığımız ve aynı hareketi yapan birini gözlemlediğimiz durumların her ikisinde de aynı şekilde ateşlenen nöronlar olduğunu öğrenmemizi sağlamıştır. Yani sadece izleyerek de beynimizde yaptığımız da olduğu gibi aktive olan bölümler söz konusudur. Dolayısıyla beyni değiştiren sadece kendimiz değiliz, başkalarının yaptıkları ve söyledikleri de aynı etkiyi yapabilme gücüne sahip. İlginç olan bunun sadece davranışa özgü bir durum değil, duygular içinde geçerli olmasıdır. Yani biz birinin herhangi bir duyguyu (öfke, üzüntü, mutluluk gibi) yaşadığını gördüğümüzde, beynimiz o kişinin ne yaşadığını canlandırabilmek için aynı duyguyu çağırmaya çalışır. Bunu da beynimizdeki aynı nöronları ateşleyerek yapar. Böylece gözlemlediğiniz duygu ile ilişki kurabilirsiniz. Buna esasen empati diyoruz. Bu durum üzgün biri ile karşılaşınca üzülmemizi, öfkeli kişiler arasında daha gergin ve öfkeli oluşumuzu, biri esneyince esnememizi açıklıyor. Dolayısıyla sadece sizin değil çevrenizdekilerin de nasıl düşündüğü ve hareket ettiği önem kazanıyor. Yine burada yakınlarımızın zor zamanlarında yanında olmayacağımız, onları dinlemeyeceğimiz ya da hayatımızdaki olumsuzlukları konuşmayacağımız anlamına gelmediği ile ilişkili bir parantez daha açmak gerektiğini düşünüyorum. Aksine olumlu ya da olumsuz her duygunun yaşanması ve paylaşılması daha önce diğer yazılarda da belirttiğim gibi sağlıklıdır. Problemli olan tekrar ve tekrar aynı olumsuz düşünceyi tıpkı geviş getirircesine düşünme ve yaşama halidir!

Stres hormonu: Kortizol
Bahsettiğimiz tüm bu olumsuz bakış açısı ve gelip-geçici konulara ilişkin yakınma hali aslında sonuçta hemen her zaman strese neden olmaktadır. Ve beyin stresle ilişkili nöronları ateşlediğinde bağışıklık sistemi zayıflamakta, kan basıncı yükselmekte, öğrenme ve hafıza süreçleri olumsuz etkilenmekte ve kolestrol, obezite, kalp hastalıkları gibi pek çok olumsuz durum oluşabilmektedir. Kronik stres ve yüksek kortizol düzeyi ruhsal hastalık riskini arttırırken, dayanıklılığı azaltmaktadır.

Eğer bu tür bir kronik yakınma halinin içinde olduğunu düşünüyorsanız, aşağıdakileri deneyerek bir değişim sürecini başlatabilirsiniz:
Yakınmaya başladığınız anda kendinizi yakalayıp durdurarak,
Kendinize hayatınızdaki olumlu şeyleri daha sık hatırlatarak (olumlu düşünmenin mesafesini kısaltma pratiği; birbirine 10 adım uzak olan çift örneğini hatırlayarak)
Yakınmak yerine “eleştirel düşünmeyi” öğrenerek (genellikle olumlu değişimler eleştirel düşünme ile gelmektedir).

Sonuç olarak beynin tüm bu çalışma prensiplerine bakıldığında “olayları, kişileri ve durumları değiştiremediğimiz zamanlarda ne yapabileceğimizin” formülü nettir: Kendi düşünme şeklimizle uğraşmak ve “kronik yakınmacılara” ya bu hali fark ettirmek ya da uzak durmak! Karanlıklardan aydınlıklara çıkmanın tek yolu akıl sağlığımızı koruma sorumluluğunu unutmamak ve ilham veren, motive eden, eleştirel düşünmeyi öğreten ve teşvik eden ortamlarda bulunmaktır. Aksi durumda giderek artan bir olumsuzluk sarmalında daha kötü hissetme ve negatif hipnoz altında hareketsiz kalma ihtimali oldukça yüksek görünmektedir. Daha güzel günler yakınanlarla değil, olumlu düşünüp harekete geçenlerle mümkün olabilecektir.

Kaynak: ht hayat hilal çerçel

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Bugün yargılamayacağım….

yoga-journal-turkiyede-demet-kutluay-kapak-olan-ilk-turk-oldumanset_9221

 

Bugün yargılamayacağım….
Hiç kendinize bir gün, yanlızca tek bir gün boyunca hiç kimseyi yargılamama ve herkesi olduğu gibi kabul etme fırsatı verdiniz mi?
Çoğumuz bunu yapmanın çok zor olduğunu düşünürüz.
Birisini yargılamadan, bırakalım koca bir günü birkaç dakika geçirmek bile pek ender raslanan bir durumdur.
Üzerinde azıcık düşünürsek, ne kadar sık kendimizi ve başkalarını yargıladığımızı fark ederek dehşete kapılırız.
Yargılayıcı olmaya son vermenin olanaksız olduğunu bile düşündüğümüz olur.
Oysa gerekli olan yargılayıcı olmaktan vazgeçmeye istekli olmak ve mükemmeliyetçilik anlayışından uzak durmaktır.
Çoğumuz dar görüşlülük diyebileceğimiz bir kusuru vardır; insanları bir bütün olarak göremeyiz.
Karşımızdaki insanını tek bir özelliğine takılır ve bu yalıtılmış özelliği de hatalı buluruz.
Buna şaşırmamalı; hepimiz yapıcı eleştiri adı altında tebdili kıyafet etmiş yanlış buluculuğu öne çıkaran okul ve ev ortamlarında yetiştirildik.
Kendimiz, aynı hatayı eşlerimiz, çocuklarımız, arkadaşlarımız ve hatta tesadüfen tanıştığımız insanlara karşı işlerken yakaladığımızda, zihnimizi yatıştırmanın, düşüncelerimizi tahlil etmenin ve yanlış buluculuğun geçmiş deneyimlerimizin sonuçlarından kaynaklandığını bilince çıkarmanın pek çok yararı olurdu.
Geçmişten kalma kötü bir alışkanlık olan başkalarını değerlendirmek ve karşı değerlendirmeyi davet etmek, en iyi koşullarda şartlı sevgiyi, kötüsünde ise korkuya yol açar.
Sevgi kaşifliği kararımızı pekiştirdiğimizde insanların iyi yanları üzerinde yoğunlaşmak ve zaaflarını bağışlamak kolaylaşacaktır.
Ancak bu anlayışı kendimiz dahil herkese eşit olarak uygulamalıyız ki istisnasız bütün insanları ve kendimizi sevgiyle görmeyi başaralım.
Yargılamamak, korkudan kurtulmanın ve sevgiyi hissetmenin başka bir yoludur.
Başkalarını yargılamamayı ve oldukları gibi kabul etmeyi öğrendiğinizde, kendimizi de olduğumuz gibi kabul etmeyi öğrenmiş oluruz.
Düşündüğümüz, söylediğimiz ya da yaptığımız her şey bir bumerang gibi bize geri döner.
Yargılarımız, eleştiri, hiddet ve diğer saldırı biçimleri halini aldığında bize geri döner.
Yargıda bulunmaktan kaçındığımızda ve insanlara yanlızca sevgiyle yaklaştığımızda geriye gelen de sevgi olur.
* Gerald JAMPOLSKY

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

SAĞLIĞINIZ İÇİN PH DEĞERİ YÜKSEK SU İÇİN

15317830_593093550887748_7878464744108941661_n1

 

İÇTİĞİNİZ SUYUN PH DEĞERİ YÜKSEK OLMALI

Uzmanlar ph değeri yüksek olan suların insan sağlığı açısından daha önemli olduğunu vurguluyorlar. İçtiğimiz musluk sularının ne kadar sağlıklı olduğu zaten tartışmalı olan bir konu. Bu yönü insanlar daha sağlıklı su içebilmek için olduğu kadar hazır sulara yönelmekte. Piyasada farklı markalarda çok çeşitli sular yer almakta. Bu suların hepsi de farklı ph değerlerine sahip. Hatta suyun ph değeri yüksek olduğu için en sağlıklı suyun kendi suları olduğunu bildiren reklamlar dahi var. Sizler de şişe suyunun üzerindeki etikete bakarak kaç ph derecesindeki bir suyu içtiğinizi öğrenebilirsiniz.
Peki ph nedir? Neden ph değeri yüksek olan su daha sağlıklıdır? Vücudumuzda faydaları nelerdir? Bu konular herkesin merak konusu.
Sponsorlu Bağlantılar
PH NEDİR?
İlk olarak öğrencilik yıllarımızda tanışmışızdır ph değeri ile turnusol kağıdı ile. PH bir kimya terimi olarak kullanılır. “ Power or potential of Hidrogen “ olan ingilizcesi hidrojenin potansiyel gücü anlamına gelmektedir. Her bir sıvının bir ph ölçüsü bulunmaktadır. Bu ölçü o sıvının asit, baz yada nötr olduğu hakkında bize bilgi verir. Yada diğer bir ifade ile çözeltideki hidrojen iyonu yoğunluğunu belirler. Ph’ı 14 santimetrelik bir cetvele benzetebiliriz. Bu cetvelde 7 nötr, 7’den 0’a kadar asidik, 7’den 14’e kadar ise bazik olarak ifade edilir.
Vücudumuzdan örnek verecek olursa kanımızın ph’sı 7,4 ağzımızın ph’sı 7,2 mide asiti ph’sı 1 idrar ph’sı ise 6 dır. Benzer şekilde yenilen gıda, meyve ve sebzelerinde bir ph’sı vardır. Saf su ise H ve OH bakımından dengeli bir içecektir.
PH NEDEN ÖNEMLİDİR?
İçtiğimiz suyun bedenimizde çok önemli işlevleri vardır. Hayatsal faaliyetlerimizin sorunsuz bir şekilde yürütülebilmesi için olmazsa olmazlardandır. Vücudumuzun yaklaşık yüzde yetmişi sudur. Ayrıca İçtiğimiz su bakteri gibi mikroorganizmalardan temiz olmalı, berrak olmalı yada kokusuz olmalı gibi bir çok özelliğe sahip olmalı olduğunu neredeyse hepimiz biliyoruz. Ama içilen suyun ph değerine çok az kişi dikkat eder. İçilen suda ph değerinin yüksek olması önemli, yani H iyonları OH iyonlarından fazla olmalı. Yüksek ph değeri olan suda ayrıca vücudumuzun ihtiyacı olan kalsiyum ve mineraller de bulunmaktadır. Bu sayede vücudumuzun mineral gereksinimi de karşılanmaktadır. Düşük ph’ya sahip su, neredeyse gazlı içeceklerden farksız.
Sponsorlu Bağlantılar
Günümüzde ister istemez yanlış beslenme olsun, isterse de gıdalarda yapılan oynamalardan ötürü olsun vücudumuzun ph dengesi bozulmakta ve asitik özellik almaya doğru gitmektedir. Vücut ise bu ph değerini her zaman dengede tutmak ister. Bu bakımdan bizler ph değri yüksek olan su içmekle vücudumuza destek olmuş oluyoruz. Şayet vücut bunu bir şekilde telafi edemezse, ph’ı dengede tutmak için diğer vücut organlarını ve kemikleri kullanır. Sanırım bunun ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruzdur. Kısacası alkali yaşamak gerekiyor. Bunun için de öncelikle diyetimizi bir gözden geçirmek gerekiyor.
KANSERE ENGEL!!!
Ph değeri su aynı zamanda alkali su demektir. Ph değeri yüksek olan su, öncelikle çağımızın ölümcül hastalığı olan kanser için engelleyici özelliktedir. Kanser hücrelerin ph 4-4.5 arasında yani asitik ortamda yaşamaktadırlar. Bu çerçevede bizler vücudumuzun ph değerini oldukça bazik olarak tutmak zorundayız. Ph değeri yüksek olarak içilen su kanser hücrelerinin yaşayacağı zemini oluşturmamaktadır.
YÜKSEK PH’DA METABOLİZMA DAHA İYİ ÇALIŞIYOR!!
Bunun anlamı stres, huzursuzluk yada gerginlik olmadan bir hayat sürmemizdir. Yüksek PH’da hücreler, dokular ve organlar sorunsuzca işlevlerini yerine getirirler. Düşük ph’da ise yani asitik ortamda vücut asitin yıpratıcı etkisinde dolayı daha çabuk yıpranıyor. Kısacası hastalıklara davetiye çıkarılmış oluyor.
SU’DAN BAŞKA PH DENGESİ NASIL SAĞLANIR?
Su, ph dengesini korumakta son derece önemlidir. Suyun yetmediği durumlarda beslenme değişiklikleri de yararlı olmaktadır. Özellikle şunu belirtmeliyim. Meyve ve sebzeler alkali bakımından zenginken yani bazikken, hayvansal gıdalar ise asitik özelliktedir. Bu, şu anlama geliyor. Sürekli hayvansal gıdalarla beslenen ve diyetinde sebze ve meyve bulunmayan kimseler bir yerde kendi sonlarını hızlandırmaktadırlar.
Günümüzde patentli su filtreleri de bu işlevi fazlası ile yapmakta. Mutfağınızın musluğuna takacağınız bir su filtresi suyunuzun ph’sını yükselterek size uzun yıllar sağlık sağlayacaktır.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Doğanın en güzel sularından biri de zemzem suyudur. Zemzem suyu 10 değerlik ph’ sı ile yeryüzünde en doğal ve faydalı suyudur.

karbonat sayfasından alıntıdır

Bitki Alemi kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Arif Gel Senle Hafta Sonu Çapkınlığa Gidelim…

15338704_1331076786924569_4199650642178244037_n1

Karikatür kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Westworld yayınlandığı ilk günden beri tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Hatta sosyal medyayı salladı desek yeridir!

Gizemin doruğa ulaştığı, bilimkurgunun gerçeğe aşırı yakın hissettirdiği, her bölümüyle ayrı ayrı beynimizi yakan dizi, geçtiğimiz günlerde muhteşem bir sezon finali yaptı. Bize de ikinci sezonu heyecanla beklemek kaldı.
2016’nın tartışmasız en iyi dizisi olan ve içinden çıkılmaz bir hikayeyi son derece tutarlı ve anlaşılır şekilde sunan Westworld, yayınlandığı günden beri dillerden düşmedi.
Hal böyle olunca diziyle ilgili pek çok teori ortaya atıldı. Fakat bir tanesi vardı ki işte o akıl almaz teori doğru çıktı! 🤓

Reddit’te ortaya atılan bu teorinin adı: Çoklu Zaman Teorisi!

 

Hal böyle olunca diziyle ilgili pek çok teori ortaya atıldı. Fakat bir tanesi vardı ki işte o akıl almaz teori doğru çıktı! 🤓

Teoriyi açıklayan bir de video yapılmıştı. Bu teoriyi birazdan sizlere açıklayacağım ama videoyu (İngilizce dilinde) izlemek isterseniz bu linke tıklayabilirsiniz.

Eğer ilk sezonun tamamını hala izlemediyseniz, izleyip devamını öyle okumanızı öneriyorum.
Peki nedir bu çoklu zaman teorisi?

Kafa karıştıran bir kurgu ile farklı zamanlarda geçen sahneleri peş peşe koyarak aynı zamanda geçiyormuş havası yaratmak.
Yani bu ne demek?
Aslında dizide gördüğümüz sahnelerin bir kısmı şimdiki zamanda geçerken bir kısmı da bundan çok daha önceki bir zamanda yani geçmişte geçiyor. Fakat dizide peş peşe verildiği için farklı zamanlarda olduğu anlaşılmıyor.
Gelelim bu akıl almaz teorinin iddialarına…

Hazırsanız başlıyoruz.
1. Dizideki iki ayrı zaman çizgisi arasında en az 30 yıl kadar uzun bir süre olduğu iddia ediliyor!

Buradan sonrası için gösterilen sahnelerin hangi zamanda geçtiğini anlamak için çerçeve renklerine dikkat etmelisiniz: Mavi çerçeveyle gösterilen görüntüler şimdiki zamanı temsil ederken, pembe çerçeveyle gösterilenler ise geçmiş zamanı temsil ediyor.
2. Parkın misafirlerinden olan ve birlikte gezen William ve Logan geçmiş zamandalar.

O zamanlar ikili hakkında bildiğimiz tek şey, William’ın Logan’ın kız kardeşi Juliet ile evlenmek üzere olduğuydu.
3. Maeve, Ted, Siyah Şapkalı Adam ve tanıdığımız Westworld çalışanlarının hepsi şimdiki zamandalar.

Çünkü bu karakterlerin birbirleriyle karşılaştıklarını hiç görmedik!
4. Tüm karakterlerin karşılaştığı sadece iki kişi var: Dolores ve Clementine

Çünkü Dolores ve Clementine parkın en eskilerden. Bu nedenle, hem geçmiş hem de şimdiki zamanda onları görüyoruz.
5. Geçmişteki Westworld logosu ile şimdiki zamanda görünen logo birbirinden farklı.

Hatta şimdiki zamanda çalışanların, tesisin -83. katındaki soğuk hava deposuna girdiği sahnelerde eski logoyu görmek mümkün.
Bu da teoriyi oldukça güçlendiriyor.
6. Geçmiş zamanda ordu görevlileri orduya alım yapmak için çalışırken şimdiki zamanda şerif ve yardımcıları ödül oyunu için kelle avcılarını topluyorlar.

7. Clementine, geçmişte Mariposa Salonu’nun tek ev sahibiyken şimdiki zamanda yanında bir de Maeve var.

8. Dolores’in düşürdüğü konserve kutuları birbirinden farklı.

Geçmiş zamanda konserve markasının adında boşluk varken, şimdiki zamandakinde yok. Ayrıca geçmişte düşen kutuyu William alırken, şimdiki zamanda bunu yapanın Teddy olduğunu görüyoruz.
9. Aynı sahneler, farklı kişiler ve detaylarla iki zaman diliminde de gerçekleşiyor.

Bu omuz atma sahnesi gibi… Geçmiş zamanda William’ın başına geldiğini gördüğümüz bu sahne, şimdiki zamanda Ted’in başına geliyor. Bu durum aynı kurgunun farklı iki zamandaki yansıması gibi…
10. İki ayrışık zaman çizgisi olduğu için Lawrence karakterinin iki farklı atanmış hikayesi ve rolü var.

Soldaki sahnede Lawrence’ın William ve Dolores ile ilk karşılaşmasını görürken, sağdaki sahnede ise onu Siyah Şapkalı Adam’ın tutsağı olarak görmüştük.
11. Ve gelelim teorinin en akıl almaz iddiasına: Siyah Şapkalı Adam, William’ın ta kendisi!

30 yıldır bu parka geldiğini biliyoruz ve Dolores ile takıntılı olduğunu da gördük.
İşte bu çılgın teori her şeyiyle doğru çıktı!

Teoriyi bilen biri olarak son 4-5 bölümü bu umutlarla izledim. Siz yine iyisiniz. 🙃

Kaynak: liste liste

Ortaya Karışık kategorisinde yayınlandı. 1 Comment »

O, Adamdı…

15349755_1686779694966578_3741820983508016015_n1

O, Adamdı…
1999’ un Eylül ayıydı, boşanmıştım.
Reklam ajansımdaki ortağımdan kazık yemiş, batmıştım.
Televizyonu bırakmıştım.
İftiralarla boğuşuyordum.
Savruluyordum.
Telefonum çaldı, tanımadığım numaraydı açmadım.
Mesaj geldi; “Beni ara”. İsim yoktu.
Aradım. “Benim ben Zeki abin” dedi. “Aramazsın diye ismimi yazmadım” dedi.
Daha once hiç ama hiç konuşmamıştık. Yani özel olarak.
Karşılaştıkça saygıdan selam o kadar.
Sanki akranıymışım, sanki kırk yıllık dostuymuşum, sanki Metin’mişim, sanki Ahmet’mişim, sanki Kandemir’mişim gibi konuştu benle.
“Sen şimdi sıkılıyorsundur, daralıyorsundur, kafan bozuk, bulanıktır, araba gönderiyorum, benim balıkçıya geliyorsun. Adresi mesaj at” dedi kapattı.
Gelen arabada, yeğeni, çocukluk arkadaşım, babası babamın gençlik arkadaşı Mesih Alasya’nın oğlu vardı.
O gece, beni, masadaki balığın yanına yatırdı, çatal bıçakla, ince ince, tüm kılçıklarımı ayıkladı.
Lop et kalana kadar uğraştı benimle.
Hayatı anlattı, hayatını anlattı. İnişleri, yokuşları anlattı.
İnişlerini, çıkışlarını anlattı. Tepeleri, çukurları anlattı.
Kayıp sanılan kazanımlarını, kazanç sanılan kayıpları anlattı.
Parayı, parasızlığı anlattı.
İnsana verdiği değeri, bu anlamdaki zenginliği, zenginliğini anlattı.
Parayı tutma gitsin, gerekince gelir dedi, gelir sahibi olmayı anlattı.
Çok borcum vardı, çok borcu vardı, vicdani borçsuzluğu anlattı.
Karides yedik, kalamar yedik, balık yedik, lakerda yedik, hak yememeyi anlattı.
Bir kedi geldi, girdi içeri, bir kaknem müşteri pist dedi, çatal fırlattı, kedi kucağına çıktı abimin, hayvanı anlattı, insanı anlattı.
Yalancı dolma yedik, doğru bildiğinden şaşmayı anlattı.
Bir gün öleceğiz dedik, dilediğince yaşamayı anlattı.
Babamın yeri ayrıdır elbette.
Ama bir Altan Erbulak,
Bir Cenk Koray,
Bir de ‘O’ yeniden varetti beni.
İçimdeki ‘Ben’ i görenlerdendi ‘O’.
Tanımadan güvenen, tanımadan sevenlerdendi ‘O’.
Ya da uzaktan bakıp en iyi görenlerdendi ‘O’.
Başlığa ‘adam’ yazdım ama ‘müebbet çocuk’tu o.
O geceden sonra kırk yıllık dost olmuştuk.
Seni kırıp da en dost görünenleri vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum.
Bekle bizi teker teker geleceğiz yanına, belki yarın, belki yarından da yakın.
Umarım ardımızda senin gibi iyi nefesler verecek insanlar bırakırız.
Kendine iyi bak diyesim var.
Başka bir söz gelmiyor, gelemiyor dilime.
Kusura bakmayın, daha fazla yazamayacağım, gözlerim buğulu, göremiyorum harfleri.
İyisi mi siz; Zeki Alasya yazın ve altına insan olmanın tüm değerlerini sıralayın, sanatı arda kalsın.
Cem Özer