Zeytin Ağacı Efsanesi…
Eski Yunan mitolojisinde M.Ö. 17. yüzyılda kurulan bugünkü Atina ile ilgili bir anlatımvardır. Tanrıların babası Zeus yeni kurulacak olan şehre isim koymak için tanrılar meclisini toplar. Bu şehre en değerli hediyeyi getiren tanrının ismini bu şehre vereceğini söyler.
Deniz tanrısı Poseidon denizden savaşta çok işe yarayacağına inandığı bir at çıkarır.Bilim tanrısı Athene aşıladığı bir yabani zeytin ağacını şehre getirir ve armağan eder. Bu ağaç meyve verecek, insanlar da bunu yiyecek. Bu meyveden çıkarılan yağ karanlık geceleri aydınlatacak, aynı zamanda yemeklik yağ olarak mutfakların baş tacı olacaktır. Bu ağaç yarışı kazanarak Akropolise dikilir, şehre ise bilim tanrısı Athene’nin adı verilir. Eski Yunan’da zeytin ağacı kutsal olup salonları süslerdi. Zeytin ağacını kesen veya zarar veren mahkeme önüne çıkarılır ve ölüme mahkum edilirdi.
Bazen susmak gerekir…
Aslanın biri, bir koyunu yanına çağırır ve nefesinin kokup kokmadığını sorar. “Evet ” diye yanıtlar koyun. Aslan bu yanıta kızar ve koyunu oracıkta parçalar. Daha sonra kurda seslenip yanına çağırır, ona da aynı soruyu sorar. ” Hayır ” diye yanıtlar kurt korkudan. Ancak o da yağcılık yaptığı için aslanın öfkesinden kurtulamaz. Sıra tilkiye gelmiştir. Aynı soruyu tilkiye de sorar. Tilkinin yanıtı şöyle olur; – Üzgünüm, üşütmüşüm biraz, o yüzden burnum koku almıyor .

Kabak kalye
Sogan + yag, bi guzel soganlari oldur. Sonra salca. 2 minutes karistir. Sonra kup kup kesilmis kabaklar ve 1 cay bardagi pirinc. 2 more minutes karistir. Sonra baska bi dunyada kaynattigin suyu koy, altini kis, bekle. Beklerke…n bi bira icebilirsin, ya da kumdan kale yapabilirsin varsa evde oyle bi duzenek. Kabak + pirinc pisti mi diye arada bak, ama dilini yakma. Sabirli ol yani. Sonra, pismeye yakin, burasi cok onemli: bi suru kuru nane seysi, dere otu dogranmis, karabiber. Karistir. Yine baska bi dunyada hazirladigin sarmisakli yogurtla servis yap! Butun bunlari dogru yaparsan, kabak kalyesi attach ettigim resimdeki gibi gorunmeli 🙂
Atları çok severim. Çok özgür ruhlu, gösterişli asil hayvanlardır. Bugüne kadar atları nasıl yazmamışım hayret ettim kendime…
Atlarla ilk ilişkim nerede oldu sorusunun cevabı Büyükada’dır . Daha doğrusu atlarla mı at arabalarıyla mı desem bilemedim… En iyisi önce adadan biraz bahsetmek. İstanbul’luların genellikle yazın akın ettiği favori bir yerdir. Büyükada’ya eskiden sadece vapurla gidilirdi. Şimdilerde deniz otobüsüyle de ulaşabiliyorsunuz. Adada motorlu taşıtlara izin verilmediği için ulaşım bisiklet yada atlı arabalarla (fayton) sağlanır. Bir yere at arabasıyla gitmek istiyorsanız iskelenin meydanında at arabası durağı vardır. Orada sıraya girersiniz. Genelde sıra boş olur. Tarife de bellidir. Yalnız at arabasına binerken ve inerken dikkat etmeniz gerekir. Basamağı hayli yüksektir. Sonra arabaya biner , arkanıza yaslanır ve etrafın tadını çıkarırsınız. Atlarla ilişkiniz görsellikten öteye geçmez. Atların ve arabanın hakimi olan sürücü deh deh diyerek atları yönetir. Atların gözlerinin önünde özel bir korsan kapaması vardır. Adını bilemedim. At böylece sadece yolu ve önünü görür… Etrafa bakamaz…Aslında yazdıkça atlar için biraz hüzünlendim…Yazın adaya gidilir akımıyla beraber bende Büyükada’ya gitmişim…At arabasına binmişim.Arkadan atları seyretmişim .İşte ilk at temasım böyle bir at arabası sefasında oluyor…
İkinci temas tamamen zıt bir deneyim. Direk atın üstündeyim…Arkadaşlar at binmeye gidiyorlar. Beni de çağırıyorlar. Gidiyorum. Yer İstanbul’da kapalı bir mekan. At terbiyecisi ortada durmuş atlar da onun etrafında yavaş yavaş dönüyorlar…bir süre izledikten sonra atlardan birine bindiriliveriyorum. Ürküyorum. Atın boyu yüksek geliyor. 10 dakika sonra attan inmek istiyorum. Heyecan ve korkuyu beraber yaşıyorum…
Sonra atlarla ilişkim bıçak gibi kesiliyor. Seneler böylece akıp giderken ben bayramlar, izinler derken yavaş yavaş gezmeye başlıyorum. Ve atlar tekrar hayatıma giriveriyor.
Aşağıdaki atı yolda yürürken görüyorum… O çitlerin gerisinde…Gel seni okşayayım diyorum…Ve yavaş yavaş yanıma sokuluveriyor.Buyrun izleyin. Çoookkkk şeker… Çok.

NOT: Arzuya göre limon sıkıp yiyoruz
Bir zamanlar yanyana ciftliklerde yasayan 2 kardes anlasmazliga duserler.
40 yil yanyana yasayan, makinalari paylasan ve is bolumu yapan kardesler icin bu, ciddi bir durumdur. Isler gittikce sarpa sarar ve sonunda karsilikli kotu sozler sarfedilmeye baslandi ve nihayetinde haftalarca sessizlik takip eder.
Bir sabah John’un kapisi calindi. Kapiyi acinca karsisinda John karsisinda alet kutusu ile bir marangoz bulur. Marangoz
“bir kac gunluk is ariyorum” der.
“Belki buralarda birkac kucuk isiniz vardir. Size yardim edebilir miyim?”.
“Evet” der buyuk kardes,
“Senin icin bir isim var. Ciftlikteki cayin arkasina bak.
Orada komsum var ama aslinda o kucuk kardesim. Gecen hafta aramizda bir cayir vardi ama o buldozerini nehrin seddine surdu ve simdi aramizda bir cay var. Bunu bana ragmen yapmis olabilir ama ben daha iyisini yapacagim. Surada gordugun kereste yigini var ya, senden bunlarla 2,5 metrelik bir cit insa etmeni
istiyorum. Boylece onun yerini gormeme gerek kalmayacak.”
Marangoz,
“Sanirim durumu anladim. Bana gerekli aletleri verin, sizi memnun edecek bir is cikartacagimi saniyorum.” der.
Buyuk kardesin arac gerec icin kasabaya gitmesi gerekir ve malzemeyi getirdikten sonra gunun geri kalan kisminda ciftlikten uzaklasir. Marangoz butun gun olcumler ve diger islerle ugrasir ve isini bitirir. John gelince gozleri acilir ve saskinliktan agzi acik kalir. Ortada cit falan yoktur. Marangozun yaptigi bir koprudur. Cayin bir tarafindan diger tarafina bir kopru. Ve nefis bir iscilik.
Ve John, komsu kucuk kardesinin kollarini acarak kopruden geldigini gorur.
“Sen ne iyi bir dostsun ki tum yaptiklarima ragmen bu kopruyu insa ettin”. Iki kardes koprunun ortasinda bulusur ve birbirlerinin elini tutarlar. Arkalarina baktiklarinda marangozun alet cantasini alip gitmeye hazirlandigini gorurler.
“Hayir, bekle! Birkac gun daha kal. Senin icin pek cok projem var” der buyuk kardes.
“Kalmak isterdim” der marangoz. “Ama insa edecek daha cok kopruler var”.
Kaynak:şifa çemberi
Eeee bir İstanbul’lu olarak bugünkü yazımda İstanbul çevresinde bir gezintiye çıkmak istedim… Neresi olabilir diye düşünmeye fırsat bile bulamadım. Manşukiye hemen ben ben ben… beni yaz diye anılarımın arasından atlayıverdi. Doğrusunu isterseniz hakkı da var. Orayı uzun yıllar önce keşfettim. Fırsat buldukça da gittim hala da giderim. Hem nostaljiktir hemde bugünümden bir parçadır benim için…Dört mevsimde gidilebilmesi büyük bir avantaj…
Manşukiye benim gözümde şöyledir… Yeşilliklerin, yürüyüş yollarının, küçük çağlayanların, derelerin olduğu bir yer. Üstelik çok güzel yemek yiyebileceğiniz bir yer. Etraf alabalık çiftlikleriyle dolu olduğundan güveçte alabalık en favori yemektir. O ortamda iştahınız yerinde olacağından sadece alabalık yemek yetmeyecektir yanında güveçte mantar ve güveçte kaşer yemenizi de öneririm. Genelde hep aynı yere yemeğe giderim. Dere kenarında tahta masaların olduğu, yemek yerken hem suyun şırıltısını dinleyebileceğiniz, hemde suyun taşlara çarpa çarpa gelişini izleyebileceğiniz bir yer. Sırada foto zamanı…
Artık yavaş yavaş geri dönme vakti geliyor. Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yol var önümüzde. Gelirken iyide dönerken biraz sıkıcı oluyor açıkçası… Ama böyle güzel bir gün geçirmek için tabi ki değer…
Sağlıcakla,

‘ Bel far niente’, hiçbir şey yapmamanın güzelliği…
Amazon sitesinin sattığı digital kitaplardan biri ye, dua et, sev …
Ve isteyen bu sitede kitabı okurken , kitabın beğendiği yerlerinin altını çizebiliyor. Kayıtlara göre bu cümle 1197 kere, yani 1197 ayrı kişi tarafından çizilmeye layık görülmüş. Ben de bu kitabı okurken , bu cümlenin altını çizmiştim. Yani şimdilik 1198 kişi aynı fikirdeyiz. Ya siz…