Rezonans Kanunu – İsteklerin Yönetimi

anette inselberg rezonans enerji çekim
Rezonans kanunu“Eğer şu ana kadar isteklerimiz gerçekleşmediyse, en şiddetli arzularımıza ulaşamadıysa; eğer hayatımıza hiç istemediğimiz şeyler girdiyse, eğer mutsuzsak veya yenilgiye uğradıysak, bütün bunların sebebini Rezonans Kanununda bulabiliriz. “
Pierre Franckh, kitabında Rezonans Kanununu kavrayıp onu nasıl kullanacağımızı anlamaya başladığımız anda, hayatımızdaki her şeyin mümkün olabileceğini anlatıyor. Yazar, hayatımızı kalbimizle değiştirebileceğimizin de altını çiziyor.
Düşünce gücümüzle maddeye etki edebilir miyiz?
Kim olmayı istiyorsun?
İsteklerimizi hangi yolla yayıyoruz?
ideal partneri yaşamımıza çekmemizi sağlayan en uygun rezonans alanını nasıl oluştururuz?
Rezonans alanın yazılı ve görsel izlenimlere nasıl tepki verir?
Eğer istediğimiz sonuçları elde etmeye çalışıyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız. Çünkü hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur ve biz isteklerimizi yönetebiliriz.
İmkansız, sadece bizim imkansız olduğunu düşündüğümüz şeydir.
Belki de şu anda imkansız olduğunu düşündüğün şey, işte bu sınırsız olanakların imkansız olmadığı fikridir. Öyleyse bu senin şahsi kanaatindir. Bunun doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü bir tarafı yok. Bu senin, kendi kanaatindir ve yaşamın da bu doğrultu da ilerleyip gelişecektir.
Ama ya hayat görüşün ve inandıkların yanlış bilgi ve olgulara dayanıyorsa?
En yeni bilimsel araştırmalar, duygu, düşünce ve inançlarımız sayesinde olduğumuzu, hiçbir şüpheye yer bırakmazsızın ispatlıyor. Zira duygularımızla desteklenmiş ve kaydedilmiş inançlarımız muazzam bir rezonans alanı oluşturuyor. Ve bu rezonans alanındaki titreşimlerle uyum içinde olan her şey, evet dünya üzerindeki her şey, bu titreşime ayak uydurmak durumunda kalıyor.
Demek ki asıl soru şu: Sen şu anda hangi rezonans alanını oluşturuyorsun? Ve bu soruyla kendimizi konunun tam ortasında buluyoruz.
Rezonans Nedir?
Resonantia = Akis
Rezonans = Eko, yankı, titreşim
Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı ve hücresi de dahil olmak üzere dünyadaki bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir titreşimleri vardır. Bu, madde için de böyledir. Maddenin titreşim enerjisini incelediğimizde farklı objelerin genellikle farklı frekanslarda titreştiğini görürüz. Bazıları da aynı ya da benzer frekansta titreşir.
Bunu piyanodan da biliriz; piyanonun herhangi bir tuşuna bastığımız zaman, bu tuşla uyumlu olan diğer bütün teller de titremeye başlar. Notaların daha pes ya da tiz olması, hiç önemli değildir. Uygun frekansta olmaları onların titreşime geçmeleri için yeterlidir.
Diğer insanlar, nesneler veya olaylar, eğer bizimle aynı frekansta iseler, içimizde oluşturduğumuz titreşim alanına karşı koyamazlar. Bizim titreşimlerimize tepkisiz kalmaları mümkün değildir. Nasıl ki piyanonun basılan tuşuyla aynı frekanstaki diğer teller bu tuşun hareket ile titreşmek durumunda kalıyor ise, bizimle aynı frekanstaki insanların, nesnelerin ve olayların da bizim titreşimlerimize katılmaktan başka seçeneği yoktur.
Peki ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans Kanununun şu temel kuralı devreye giriyor: BENZERLER BİRBİRİNİ ÇEKERLER.
Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir. Bu, bizim için her zaman olumlu bir şey anlamına gelmez. Mesela titreşim bazen maddeyi tahrip edecek kadar kuvvetli olabilir. Bir opera sanatçısı sadece sesinin gücü ile bir bardağı çatlatabilir. Burada yaptığı şey enerjiyi boşluktan bardağa iletmektir. Eğer bardağa iletilen enerji bardakla aynı titreşime sahipse, yani bardağın moleküler yapısı ile aynı frekanstaysa, basınç bardağı çatlatacak kadar büyük olabilir.
Biz bir bardak gibi çatlamayız tabii ki. Ama içimizdeki “negatif titreşim enerjisi” olarak adlandırdığımız şey; bizde hoşlanmadığımız, huzursuzluk verici hislerin uyanmasına, hatta belki sarsıcı olayların yaşamımıza çekilmesine sebep olabilir.
İşte bu yüzden, nasıl bir titreşim içinde olduğumuzun, bilerek veya bilmeyerek hangi rezonans alanını oluşturduğumuzun farkına varmak, bizim için çok mühimdir.
İsteklerimizi Hangi Yolla Yayıyoruz?
“Ön yargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur” Albert Einstein
Kalp, ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı. Biz “normal insanlar” ise, elimizde halihazırda bunun aksini kanıtlayacak herhangi bir delilimiz olmamasına rağmen, kalbimizin duygularımızın merkezi olduğu inancımızı asla kaybetmedik. 1993 yılında duyguların insan vücudu üzerindeki hakimiyeti hakkında bir araştırma yapılmak istenmiş ve bunun için duygularımızın oluşumundan sorumlu olduğu düşünülen bölgeye, yani kalbimize odaklanılmış. Oldukça çabuk, daha araştırmaların başında herkesi hayrete düşüren bir şey tespit edildi ve bu buluşun neden daha önce yapılmadığının şaşkınlığı yaşandı. Bu nefes kesici buluş; kalbin muazzam büyük bir enerji alanıyla çevrili oluşuydu. Burada bahsedilen alanının çapı yaklaşık iki buçuk metredir.
Bir düşünün, kalbimiz beynimizin oluşturduğundan çok daha büyük bir enerji alanı oluşturuyor. Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik nabızlarla en büyük yayın alanına sahip olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji. Böylece ilk şaşkınlık atılmasıyla birlikte, akıllara kalbimizin etrafındaki bu enerji alanın nasıl bir görevi olduğu sorusu geldi. Geldiğimiz noktada ulaştığımız bilgiler şaşırtıcı olduğu kadar önemlidir de.
Kalbimiz tarafından oluşturulan elektromanyetik alan vücudumuzdaki organlarla iletişim halindedir. Hatta beyin ve kalbin arasında bir bağlantının bulunduğu ve bu bağlantıyla kalbin beyne hangi hormonları, endorfini ya da diğer kimyasalları salgılaması gerektiğini bildirdiği kanıtlanabildi.
Beynimiz bağımsız hareket etmiyor, aktiviteleri için gerekli sinyalleri kalbimizden alıyor.
Hepsi bu kadar da değil! bilim adamları araştırmalarında kalbimizden yayılan bu elektromanyetik alanın sadece duygularımız tarafından oluşturulmadığını ve gücünü diğer önemli bir kaynaktan, kanaatlerimizden; yani derin bir inançla bağlandığımız ve hayatımıza doğrultusunda yön verdiğimiz düşüncelerimizden aldığını buldular. Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunmakta ve vücudumuzdan yayılan en kuvvetli sinyal olarak sadece beynimize ve organlarımıza değil, aynı zamanda dünyanın derinliklerine doğru taşınmaktadır. Bu ezeli gerçeğin yansımalarını “kendini derin bir inançla savunmak” “bir şeyi kalpten istemek” ve tabii “kalbinin sesini dinlemek” gibi bazı deyimlerimizde görmek mümkündür.
Kalbimiz, inanç ve duygularımızı elektromanyetik titreşimlere ve dalgalara dönüştüren bir tür aracı olarak hizmet eder. Ve bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzla sınırlı kalmaz, bütün çevremize uzanır, bizi kuşatan her şeyle iletişim halindedir. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir.
İnançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde bulunur. Yayılan bu enerjinin ne denli büyük olduğunu HeartMath Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalar gözler önüne seriyor:
Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetlidir.
Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetlidir.
Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz. Peki bunu bilmek, bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit, çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken, bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz.
İsteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan olumlama (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle, genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şey gerçekleşecektir.
İnançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden her zaman daha güçlü olacaktır. Peygamberle, günümüzün ve geçmişin dünyaca ünlü alimleri ve bilgeleri ısrarla “Kalp gözüyle görmeyi” öğrenmemizi söylerler.
Rezonans Kanunu – Pierre Franckh

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

BİR KEŞİŞİN HAYAT DERSLERİ

anette inselberg aydınlanma şifa enerji bolluk bereket
•Başarana Kadar Denemeye Devam Edin
Öğrendiğim en önemli ders bir şeyden vazgeçmeden önce onu en az üç (ve hatta dört) kez denemek oldu. Bahsettiğim keşiş bana aynı zamanda çeşitli girişimlerden sonra zor işlere farklı açılardan yaklaşmayı öğretti.
Eğer denemeye devam ederseniz nihayetinde gideceğiniz yere varırsınız.
•Sorunuzun Cevabı İçinizde
Orijinal manastır eğitiminin bir parçası olarak bir keşiş, iyice düşünülüp taşınılmış olmadıkça öğrencilerin direkt sorularını cevaplamaz. Bir Çin atasözü şöyle der:
“Öğretmenler kapıyı açar, ancak içeri kendi başınıza girmeniz gerekir.”
Zen Budizmi’nde de benzer bir konsept yer alır. Eski bir Taoist deyiş şöyledir:
“Dört köşeli bir masa yaparken öğretmenin görevi öğrenciye bir köşenin nasıl yapıldığını göstermektir. Diğer üç köşeyi yapmak ise öğrenciye düşer.”
Öğretmenler öğrencileri gerçek hayattaki problemlere hazırlamak için bu yolu tercih etmektelerdir.
Bir keresinde Güney Kore’ye gitmiştim ve gittiğiniz yerde konuşulan dili bilmediğinizde içgüdülerin ne kadar yardımcı olduğu beni çok şaşırttı. Hiç unutmam, bir keresinde bir taksi şoförüne otelimin yerini tarif etmeye çalışıyordum ancak o hiç İngilizce konuşmuyordu. O yüzden taksiden inip birkaç insanla konuşmak ve İngilizce konuşan birini bularak ona oteli Korece olarak şoföre tarif ettirmek zorunda kalmıştım.
Hayatta ne zaman yeni bir şey denesek ufak bir bilgi birikimiyle yeni denizlere yelken açarız. Gerçek dünya bize tüm cevapları vermez. Asıl öğretmen içimizdedir.
•Hayattaki Gerçek Bilgelik Bir Şeye Kalkışıp Başarısızlığa Uğramaktan Gelir
Meditasyona başlamadan önce bir şeye başlayıp başarısız olduğumda üzülürdüm.
On altı yaşımdan beri satış işleriyle uğraşıyorum. İşe gidip bir şey satamadığım için kendime kızdığım çoktur. Bir kere reddedilsem halime üzülür ve işi bırakmak isterdim. Tekrar ve tekrar başarısız olmaya devam ettim ancak en azından artık bu konuda iyileşmiştim.
Meditasyona ilk başladığımda çeşitli sıkıntılar yaşadığımı hatırlıyorum. Örneğin ilk başta rahatlamak zor gelmişti. Ancak devam ederseniz giderek kolaylaşıyor. Önceleri sadece birkaç dakikalığına, sonra her gün denemeye başladım ve gün geçtikçe meditasyona daha çok vakit ayırdım.
Bir şeyle mücadele ederken kendimiz hakkındaki bazı gerçekleri ve daha güçlü olmak için yapmamız gerekenleri öğreniyoruz.
•Meditasyonla Egoist Zihin Açığa Çıkar
Ego dünyasındaki her şey karşılaştırmaların bir ürünüdür. Kendimi satış departmanında çalışan başka kimselerle karşılaştırır ve onlar kadar kazanmadığım için kendimi suçlar dururdum.
Meditasyonla birlikte sürekli bu kıyaslamalarla uğraşan egoist zihinden ayrılmaya başladım. Çoğumuz bir şeyi deneyip reddedildiğinde vazgeçer. Daha da kötüsü kendilerini suçlayıp depresyona girerler. Meditasyona başladığımda egomu bulup ondan ayrılmayı başarabilmiştim.
İşte meditasyon yapınca olan da budur: Karşılaştırmalardan beslenen egolarımızdan ayrılır ve onların yönetmediği bir hayat yaşamayı öğreniriz.
•Hem Şefkatli Hem De Dayanıklı Olmalıyız
Ben onu en az üç kez çağırmadıkça keşiş benimle buluşmazdı. Bundan nefret ederdim. Ona tekrar tekrar seslenmeme rağmen çıkmazdı. Ancak gerçek hayat da böyle değil mi? Bir şeyi halletmek için birini kaç kere aramanız ya da onlara e-posta göndermeniz gerekiyor? Genellikle en az birkaç kez.
Çoğumuz bir şeyi deneyip başaramayınca kendini suçlar. Zamanında eğitimin bu yanından nefret etmiştim ama şu an anlıyorum ki bu çok önemli bir hayat dersiymiş.
Taoist bir atasözü der ki:
“Dışarıdan pamuk, içeriden çelik gibi.”
Bu bize şefkatli olmayı, ancak güçsüz olmamayı öğütler.
•Sabır Bir Erdemdir
Keşiş beni hep bekletirdi ve ben, bundan nefret ederdim.
Örneğin eğitim için onun evine gittiğimde beni en az yarım saat, hatta bazen daha bile uzun bekletirdi. Cumaları yemeğe çıkmak için sözleşirdik ve restorana bir saat geç gelirdi.
Belli bir yere akşam 7’de gitmemi söylerdi ve gittiğimde asla onu orada bulamazdım. Ben de oturup onu beklerken telefonumla oynar, birine mesaj yazıyormuş gibi yapar ve etraftakilerin hakkımda ne düşündüğü ile ilgili endişelenirdim.
Ama adamı arayamazdım da. Telefonunu bir kere açtığını bile sanmıyorum. Sonra 8:15’te gelir ve hiçbir şey olmamış gibi davranırdı.
Hep ilk sorusu “Annen baban nasıllar,” olmuştur. (Ben tabi kendi kafamda ne demek annemle babam nasıl, pardon da bir saat on beş dakikadır burada bekliyorum diye düşünürdüm.)
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bu artık beni hiç rahatsız etmemeye, hatta hayatımın diğer alanlarına da yayılmaya başladı. Bu eğitim sayesinde hemen hemen hiçbir şeye üzülmediğimi söyleyebilirim. Artık uzun kuyruklarda beklerken ya da yolda biri beni solladığında hiç sinirlenmiyorum.
Sabır, iç huzurun bir hediyesidir.
•Egonuzdan Ayrılın
İlk başlarda bir restoranda tek başınıza oturmak zor geliyor. Sürekli endişeleniyor ve etrafınızdakilerin ezik olduğunuz için bir başınıza oturduğunuzu düşündüğünü sanıyorsunuz. Ama gerçek şu ki başkalarının hakkınızdaki fikirlerine takıldığınız sürece hiçbir zaman gerçekten mutlu olmayacaksınız.
Meditasyondan önce hemen her şeye üzülürken artık neredeyse hiçbir şey beni etkilemiyor. Örneğin son zamanlarda hava alanındayken birkaç saat rötar olacağını öğrendim ve bu zamanı meditasyon için harcadım. On sene önce olsaydı canım çok sıkılırdı. Ufak bir gecikme tüm günümü mahvederdi.
Egonuzun taleplerinden kurtulduğunuzda karşınıza çıkanları kabullenmek, hatta onlardan faydalanmak daha kolay hale gelir.
•“Benlik Yoksa Düşman Da Olmaz”
Tüm korkularımız, endişelerimiz ve güvensizliklerimizin kaynağı içimizdeki düşmandır. Eğer bu düşmanla bir anlaşmaya varırsanız bu, hayatınızın tüm alanlarını etkileyecektir. Hayattaki problemler benlik ve egodan türer.
Kaç kere sırf korktuğumuz için bir şeyin peşinden gitmiyoruz? Zihnimizde istiflediğimiz ve gerçekten mutlu olmamızı engelleyen onca korkuyu düşünün. İçindeki düşmanın yenenin dışarıda düşmanı kalmaz.
•Mutluluk Hem İçeriden Hem de Dışarıdan Gelir
Bunu tanıştığım Budist hekimi gözlemlerken öğrendim. Hasta almaya başlamadan önce meditasyon yapardı. Tanıdığım en mutlu ve şefkatli insanlardan biridir kendisi.
İçeride mutluluk yaratıp bunu başkalarına yayarak bu ruhu canlı tutmayı başarıyordu.
Mutluluğu içimizde bulup onu diğerleriyle de paylaşmaya gayret etmeliyiz. Keşiş hep derdi ki:
“Hayatta herkesin bir amacı ya da görevi vardır.”
Kaynak:
http://www.kolektif-kozmos.com/bir-kesisten-ogrendigim-9-h…/

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

1960’LI YILLARDA VARLIKLI OLMAK VE İSRAF

anette inselberg varlık israf 1960 lar
Dedem Ahmet Ural ve anneannem Sabiha Ural 1962 yılında Bostancı’da bahçeli, üç katlı, müstakil bir ev alıp, Adapazarı’ndan İstanbul’a taşınmışlardı. 60’lı yılların ortalarında bu evin garajında son model bir Mercedes ya da sekiz silindirli bir Amerikan arabası duruyor olurdu. O yıllarda arabayla bütün Avrupa’yı dolaşmışlar, bir de Akdeniz’de gemi turu yapmışlardı. Evin içinde buzdolabı, çamaşır makinesi, müzik seti (aslında müzik dolabı !) vardı. 60’lı yıllar bitmeden televizyon da gelmiş ve Bulgaristan’ın yaptığı yayınları devasa bir anten yardımıyla seyretmeye başlamıştık. Kısacası, kendi dönemlerine göre oldukça varlıklı sayılırlardı.
Şimdi bu “varlıklı” evindeki harcama alışkanlıklarından söz etmek istiyorum.
Evde hiçbir zaman herhangi bir yiyeceğin eksikliği söz konusu olmamıştı ama örneğin çikolatalar yuvarlak gümüş bir kabın içinde, cila kokan yemek odası dolabının içinde durur ve biz torunların her gelişimizde bir iki tane almamıza ses çıkarılmazdı. Daha fazlasına ise nedense cesaret edemezdik.
Ekmekler eve az olmayacak miktarlarda alınır ve eğer bayatlamaya başlarlarsa bunlardan ya kızartıp, üzerine vişne şerbeti dökülerek özel ve nefis bir fırın tatlısı yapılır, ya da ekmek dilimleri yumurtaya bulanıp yağa atılarak bizlere çayın yanında servis edilirdi. Sadece kızartılıp kahvaltıya çıkarıldığı da sıkça olurdu. Tabii ki bayat ekmekler köfte yapımında da kendini gösterirlerdi. Özetle, evden ekmek atıldığını hiç hatırlamıyorum.
Bir gün önceden kalan pilavlar yayla çorbası ya da kadınbudu köfte olarak ertesi gün karşımıza çıkardı.
Yenen tüm etlerin kemikleri bahçede duran cins av köpeğine, karpuz, kavun kabukları ise bahçenin başka bir köşesindeki kümesteki tavuklara giderdi. Sanırım birçok sebze kabukları ve salata artıkları da onlara verilirdi.
Eve gelen paketlerin iplikleri elde küçük bir fiyong yapılıp gerektiğinde kullanılmak üzere hep aynı mutfak çekmecesine konurdu. Parlak paket rafyaları da daha sonra çıkmalarına rağmen aynı çekmeceye aynı şekilde yerleşmeye başlamıştı. Naylon torbalar ise saklanmazdı çünkü henüz naylon torbalar ortada yoktu.
Evin bahçeye bakan iki köşesinde, çatıdan gelen yağmur suyu borusunun altında birer adet, 200’er litrelik varil dururdu. Nedense hep ağzına kadar dolu olduğu için biz torunların üstünde oyuncak gemilerimizi yüzdürüp, uzun saatler oynayabildiğimiz ve çok keyif aldığımız bir yerlerdi. Ancak asıl varlık nedenleri, bahçeye düzenli bir bahçıvan geldiği yıllarda güllerin, çiçeklerin ve diğer bitkilerin sulanabilmesi için yağan yağmur sularının toplanması olmalıydı. Yağmur suyunun bile ziyan edilmemesine gayret edilen bir dönemdi. Çünkü normal kullanım suyu da motopomp ile çekilen, bahçedeki kuyudan sağlanıyordu.
O günlerde pek şarap içildiğini hatırlamıyorum. Evde sıklıkla bira, ender olarak da rakı tüketilirdi. Bira şişeleri depozitoluydu. Yani içildikten sonra boş şişeler bakkala götürülüp dolularla değiştirilirdi. Rakı şişeleri ise şimdiki deyişiyle “kullan-at”, o zaman ki anlayışa göre ise “Bir –kenara-istifle” idiler. Yanlarına okunmuş gazeteler de yerleştirilir. Bu her iki mal gurubu yeterince miktara ulaşınca mahalleye belli günlerde gelen eskicilere verilirlerdi. Bu alış veriş ilginçti, çünkü para geçmiyordu. Eski yıllarda, verilen gazete ve şişelere karşılık olarak eskiciden mandal alınıyordu. Yani, “değiş-tokuş” ticareti yapılıyordu. Daha sonraki yıllarda mandalların yanında yeni yaygınlaşmaya başlayan plastik ev eşyalarının da verilmeye başladığını görmüştüm.
Almanya’da evsel atıkların evde farklı cinslere ayrılmasına daha yıllar varken biz bu uygulamayı evlerimizde zaten yapıyorduk.
Dikiş makinesi olmayan ev düşünülemezdi. Zaten o günlerin sıkça duyulan reklamlarından birisi de “Zetina dikiş makinesi, her gelin kızın rüyası” idi. Anneannemde vardı, bizde vardı, misafirliğe gittiğimiz her evde de vardı. Eve BURDA adındaki özel dikiş mecmuaları alınır, içlerinden devasa bir kağıt çıkar (Yüzeyi herhalde bir m2’den fazlaydı). Bu kağıtta onlarca farklı çizgi ile yapılmış karmaşık desenler bulunurdu. Bu desenler derginin içindeki bayan giysilerinin “patronlarıydılar”, yani o kağıttaki uygun desenleri bir kumaşa uygulayıp keser ve sonra da doğru dikerseniz istenen giysileri elde ediyordunuz. Kısacası ev içinde pek çok giysi, bu arada akşamları özel davetlere gidilecek kadar kalitelileri bile, dikilebiliyordu. Daha da özenli olunursa her mahallede bulunan terzilere gidiliyordu. Nedendir bilinmez çocukken gittiğim bu terziler resmi iş yerleri değil, mahallede başka bir ev oluyordu. Genellikle annemlerin “matmazel” dediği, 40’lı yaşlarda, zarif ama gösterişsiz hanımlardı bu terziler.
Gene o dönemlerde örgü örmeyen kadın düşünülemezdi. Her kadın mutlaka bir şeyler örebiliyordu ve kadınlar bir araya geldiklerinde yanlarında çoğunlukla örgü şişlerini ve yünlerini de getiriyorlar ve sohbetle geçen zaman ev içi üretimin durması anlamına gelmiyordu.
Buraya kadar giyim konusunda bir gariplik yok. Asıl bundan sonrası ilginç. Evden giysi de atılmıyordu. Eskiyen gömleklerin yakaları ters yüz ediliyor. Çok daha eskiyince düğmeleri sökülüp özel bir kutuya (düğme kutusu tabii ki) konuyor (Annemin düğme kutusunu hala saklıyor ve seyrek de olsa içinden kullanıyorum), kumaşı ise kenarları bastırılıp yer bezi oluyordu. Parlak kadın giysileri de kesilip çocuk giysisi de olabildiği gibi iyice küçülen parçalardan (patchwork tarzında) kareler kesilip, sonra bunlar birleştirilip yatak örtüsü ya da büyük yastıklar haline geliyorlardı. Anneannemin yakası kürklü, iyi bir kumaştan dikilmiş mavi bir mantosu vardı. Öyle ucuza alınmış bir giysi değildi ama senelerce kullandı. “Moda değişti her şeyi yenileyelim” diye bir düşünce ortada yoktu.
Örgü konusu da aynı felsefeye tabiydi. Eskiyen kazaklar sökülüp yeniden yumak haline gelir ve büyük bir torbaya doldurulurdu. Sonra bunlardan yeni kombinasyonlar yapılıp yeni kazaklar örülürdü. Kaliteli ve sağlam ipliklerin 4-5 tur döndüklerini görmek mümkündü. Çocukken ve ortaokul çağlarımda arkası başka, önü başka renkten, ya da renkli çizgileri olan kazaklarımın olmasının nedeni evde o sırada kazağın bütününü yapacak kadar tek renk yün ipliği olmamasından kaynaklanabiliyordu. Rengi iyice azalan iplikler son aşamada ya hamam bezi oluyorlar ya da farklı ipliklerden yapılmış büyük yatak örtülerine katılıyorlardı. 1970’li yıllarda annemin ve anneannemin yaptığı bu tür iki örtüyü hala büyük sevgi ile evde kullanıyorum.
Birden fazla çocuğu olan ailelerde aynı elbiselerin büyük yaştakinden küçüğe doğru el değiştirmesi sadece doğal değil, resmen “zorunluluktu”. Başka türlü bir davranış düşünülemezdi.
Erkek çorapları delindikçe tamir edilirdi. Dikiş makinesinin bir gözünde tahtadan yapılmış, bir tarafında boydan boya bir kanalı olan, bir yumurta dururdu. Özel olarak çorap tamirinde kullanılırmış.
60’lı yıllarda kağıt kıymetli bir malzemeydi ve henüz ıslak mendi, selpak mendil, tuvalet kağıdı, kağıt peçete, kağıt havlu gibi kavramları hiç duymamıştık. Bunların her birinin, tabii ki, kumaştan yapılmış bir karşılığı vardı. Belki şaşıracaksınız ama tuvalet kağıdının da karşılığı bulunuyordu. Adına “Taharet mendili” denen bu kumaşın boyutlarının 35 x 35 cm gibi olduğunu ve kenarlarının iğne oyası olduğunu hatırlıyorum. Tuvalette klozete yakın bir yerde duvarda asılı dururdu. Nasıl kullanıldığını bilmiyorum. Öğrenmem gereken yaşa geldiğimde ise artık ortada yoktular.
Çocuk bezinin de olmadığını herhalde tahmin edersiniz. Yeni bebekli evler balkonlarında kuruyan onlarca beyaz, küçük, kare kumaşlardan anlaşılırdı.
Biz torunların bakkala ya da yakınlardaki bir takım dükkanlara “Koş, kap şunu getir” mantığı ile yollandığımızı hatırlıyorum ama çöp dökmeye gönderildiğimizi hiç hatırlamıyorum. Günümüz mutfaklarının bir köşesinde devasa boyutlarda duran (ve yazın kötü kokabilen) çöp kutusunu da hatırlamıyorum. Anneannemin evinin her köşesini, her eşyasını, kendi kokuları ile hatırlarken çöp kutusunun evde nerde durduğunu bilmemek ilginç geliyor. Mahalleye gelen sucunun arabasını, sütçünün eşeğini, eskiciyi hatırlarken belediyenin çöpleri nasıl topladığı konusunda da zihnimde hiçbir kayıt yok (Bu kadar mı az çöp çıkıyordu evlerden?).
Gereksiz hiçbir lambanın yakılmadığı ve çocukların bu nedenle sürekli uyarıldığı 60’lı yılların dünyasında tutumlu olmak fakirlikten kaynaklanan bir zorunluluk değil, doğal bir yaşam biçimiydi. 1928 doğumlu babamın eski nüfus cüzdanında “Mehmet Feridun efendiye ekmek karnesi verilmiştir” ibaresini gözümle görmüştüm. Savaşların yokluğunda, bir gün en önemsiz nesnenin bile ihtiyaç olabileceği bir ortamda yetişmiş olan büyüklerim bu yaşam biçimini en doğal halleriyle yaşıyorlardı. Çevreci falan değillerdi ama zaten özel yaşamlarında yukarda saydıklarımı yaptıktan sonra olmaları da gerekmiyordu.
Sanki bu alışkanlıkların hiç olmazsa bir bölümünü yeniden hatırlasak iyi olacakmış gibi duruyor.

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

ORGANLARIMIZI ANLAMADAN, SORUNLARIMIZA ÇÖZÜM ÜRETEMEYİZ…

ANETTE İNSELBERG ORGANLAR SAĞLIK ŞİFA ENERJİ REİKİ

Aşağıdaki organların yaşamdaki simge anlamları verilmiştir. Bunlar dünyada yapılan istatiksel bilgilere ve duyudışı algıları güçlü bütünsel / holistik uygulayıcıların deneyimlerine göre şekillenmiştir. Her organın birden fazla derin anlamı da vardır. Organların anatomik yapıları ve teşhis-tedavi için uzman doktorunuza görünmeniz salık verilir.
Ayaklar: Kendimizi, başkalarını, hayatı anlama kapasitemizi temsil eder.
Ayak parmakları: Geleceğin küçük ayrıntılarını temsil eder.
Eklemler: Hayatımızın yön değiştirmesini temsil eder.
Ayakbileği: Hareket ve yol belirlemeyi temsil eder.
Dizler: Egoyu, kendimize ve çevreye yargımızı temsil eder.
Bacaklar: Yaşam yolunda ilerlemeyi temsil eder.
Kalça: Büyük kararları ve gidilecek yönü temsil eder.
Omuz: Bedenin eylem merkezidir. Taşıdığımız sorumlulukları temsil eder.
Kollar: Hayat deneyimlerini, sevgiyi kucaklama kapasitesi, yeteneğini ve eylemi temsil eder.
Dirsekler: Eylemlerimize zindelik ve esnekliği temsil eder.
Eller: Hayatla ve kendimizle alış verişi temsil eder. Sağ; alan el (eril). Sol; veren el (dişil). hayatı ele alış biçimimizi temsil eder.
El bileği: Hareketi ve kolaylığı temsil eder.
El Parmakları: Hayatın detaylarını simgeler.
Boyun: Zihin beden dengesini, mantık duygu dengesini ve başı dik tutmayı temsil eder.
Diş ve Diş eti: Sınırları, kararlılığı temsil eder.
Çene: Rahat olmayı ve güveni temsil eder.
Sırt, Hayata karşı dik durmamızı ve gücü temsil eder.
Karın: Kendimize ve çevreye güveni, değeri temsil eder.
Göğüs: Dışarıdan nasıl göründüğümüzü, imajımızı temsil eder.
Göğüsler: Anneliği ve şefkati temsil eder.
Yüz: Dünyaya gösterdiğimizi temsil eder.
Kaslar: Hareketi, gücü ve kararlılığı temsil eder.
Kaba etler (butlar): Gücü temsil eder. Gevşek olması, kabahatler, gücün kaybolması.
Omurga: Hayatın esnek desteğini temsil eder.
Kemikler: İnsanın temel yapısını, dengesini ve gücünü temsil eder.
Rahim ve Yumurtalıklar : Yaratıcılığı, yaşam kaynağını temsil eder.
Vajina: Açıklık ve teslimiyeti temsil eder.
Testisler: Cinsel arzu ve gizli tutkuları temsil eder.
Prostat: Cinsel ve yaşamsal gücü temsil eder.
Kan: Bedende hazzı temsil eder.
Mide: Kişi ve olayları sindirimi, kaygıyı temsil eder.
Böbrek: Duyguları, ikili ilişkileri ve dengeyi temsil eder.
Mesane: Yaşanılan korku ve sorunların depo edilişini temsil eder.
Bağırsaklar: Özümsemeyi, alış-verişi ve duyguları temsil eder.
Rektum: Boşaltmayı, öfke ve şiddet duygularının dışa vurumunu temsil eder.

Karaciğer: Değişimi, dönüşümü ve öfke – kin – tepki duygularını temsil eder. Varlık amacımızla da ilgilidir.
Safra: Bilgileri değerlendirme ve özümsemeyi temsil eder.
Kalp: Sevgi, güven ve neşeyi temsil eder.
Akciğerler: Yaşam alanımızı, duyguları ve bağımsızlığı temsil ederler.
Nefes: Hayatı içimizde hissetme yeteneğini temsil eder.
Diyafram: Duygu paylaşımını temsil eder.
Epifiz: Gece gündüz dengesini, dünyevi – uhrevi dengeyi temsil eder. Ruhun yeri olarak bilinir.
Hipofiz: Başkalarını ve kendimizi ( otokontrol ) kontrolü temsil eder.

Tiroid: İletişim ve hayattaki akış hızımızı temsil eder.
Timüs: Bağışıklık sistemini temsil eder.
Böbreküstü: hayattaki heyecanı ve kendi ayaklarımız üzerinde duruşu temsil eder.
Pankreas: Hayatın tadını simgeler.
Eşeysel bezler: Üreticiliği, yaratıcılığı, hayattan alınan keyfi temsil eder.

5 Duyu
Antik filozoflar duyuları “ruhun pencereleri” olarak tanımlamışlardır. Aristo bugün en çok bilinen 5 duyudan bahsetmiştir.
Duyu organları, en basit haliyle, “5 duyu” olarak da adlandırılan; görme, koklama, işitme, tat alma ve dokunma işlevlerini yerine getiren göz, burun, kulak, dil ve deridir.
Gözler: Geçmişteki, an’daki ve gelecekteki berrak görüşü ve vizyonu simgeler. Gözler ruhun aynasıdır.
Kulaklar: İşitme kapasitesini, duymak isteyip istemediğimiz kişi ve olayları temsil eder. “Kulak kesilmek.”
Burun, oksijeni ve yaşam enerjisi prana’yı akciğerlere alış yolumuzdur. Yaşamın hem tatlı hem de sert yanlarını algılamamızı temsil eder. “Havayı koklamak.”

Dil, hayatın tadını ve söylenen şeyleri yutmayı, kendimizi ifade etmemizi temsil eder.
kaynak: sağlıkla kal sayfası
Fatoş Pabuccu Tuncay

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Bir Kızılderili Öğretisi diyor ki:

anette inselberg kızılderili sözleri doğa
Bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç; at hiçbir zaman kötü su içmez. Kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye. Sivrisineklerin yerleştiği mantarları korkusuzca topla. Köstebeklerin kazdığı yere ağaç dik. Yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap. Sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz. Horozlarla beraber uyu ve uyan ki tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin. Daha çok yeşillik ye, ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin. Daha çok yüzmeye git, ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin.
Daha sık gökyüzüne bak, daha az ayaklara, böylece düşüncelerin daha net ve hafif olacaktır. Konuşmak yerine, daha çok sessiz kal; böylelikle ruhun sakinliğe ve huzura erebilecek.

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Paranın Enerji Akışı? İşte Zenginliği çekmek için basit bir Mudra!

anette inselberg paranın akışı mudralar enerjiler

 

Birçok insan bugün zor işlerle uğraşmakla birlikte, sık sık para eksikliği yaşamaktadır, finansal zorluklarla karşı karşıyadır. Bu durum sizlerede tanıdık geliyor mu? Belki de her şey enerjiyle ilgilidir.

Paranın enerjisinin aktığı, akışının istikrarsız olduğu ve periyodik olarak engellendiği görülür.

Akışın stabilizasyonu için, kendi içinde bilgi, inanç ve duruşlara sahip özel bir mudra tavsiye edilir.

Budizm ve Hinduizm’de yüzyıllardır kullanılmış ve şimdilerde de, büyük bir popülerliğe sahiptir. Etkisi gerçekten inanılmazdır!

Bu mudra düzenli enerji akışı ve maddi refahı sağlar. Ama bu, aniden gökten bolluğa düşeceğiniz anlamına gelmez. Gelirler, ihtiyacınız olduğu kadar eşit bir şekilde gelir. Daha fazla değil, daha az değil, refahı hissetmek için yeterlidir. Para her zaman yeterli olacaktır.

Ellerininizi avuç içinizle karşı karşıya gelecek şekilde dizlerinizin üzerine koyun. Avuç içlerinizi birleştirin, küçük parmaklarınızı birbirine bağlayın.

Başparmaklarınızı ve orta parmaklarınızı iki elinizle birleştirin.

Gözlerinizi kapatın. Derin derin nefes alıp verin

Konsantre olun ve kaşlarınızın arasındaki bir noktada biriken enerjinin olduğunu düşünün.

Bu enerji kaynağının  emniyeti içine girin.

2-3 ay boyunca günde iki kez bu ritüeli yapın. Yapmak için en uygun zaman sabah ve akşamdır.

Akıllı mudra, mali durumlarını iyileştirmek isteyen herkese uyar.

alıntı

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Ruhumuzu, Zihnimizi Ve Bedenimizi Temizleme Ritüeli

anette inselberg beden ruh zihin temizlik ritüel

Ritüel ellerin birbirine sürtülmesiyle ve kendi kendimize düşünmemizle başlar,

—Eller doğru yollarda kullanılmalıdır, pişman olunacak yollarda değil.

Ve ardından ağzımızı ellerimizi kullanarak yıkar ve o esnada deriz ki,

—Ağzını doğruluk için kullan. Doğru kelimeler için. İncitecek kelimeler için kullanma, pişman duyulacak hiç bir kelime için kullanma.

Sonrasında burnumuzu ellerimizle yıkar ve düşünürüz ki,

—Bu burun, egomun davranması gerekenden daha öteye geçecek durumlarda, bu işlerin içine girmekten uzak duracaktır.

Sonrasında gözlerimiz yıkarken deriz ki,
—Gözler ışığı görmelidir, gerçeği, “BİR” olanı. Onlar diğerlerin hatalarını görmemelidir. Onlar Bir olandan daha ötesini görmeyecek ama benim için doğru olanı; yapılması ve yapılmaması gerekeni görecektir.

Ardından yüzümüzü yıkarız ve deriz ki,

—Işıkla yüzleş. Dik dur, gerçekle yüzleş. Başarısızlığı gördüğümüz yerde, yüzünü ışığa dön.

Ardından yavaşça kafamıza masaj yapar ve kendi kendimize söyleriz ki,

—Başını serin tut-rahatlamış, zihni sakin. Zararlı ve gereksiz fikirlerle gerilme.

Kulaklarımızı yıkarken deriz ki,

—Kulaklar gerçekleri duymak içindir. Kötü şeyler ya da dedikodu duymam için söylenmemiştir.

Ardından ensemiz ve omuzlarımızı hafifçe ovmaya başlarız ve deriz ki,

—Omuzlarım, ensem rahat. Çünkü gerginlik veya baskı burada kalıp bekleyemez.

Son olarak bacaklarımızı önden arkaya doğru hafifçe sıvazlarken deriz ki,

—Ayaklarım beni doğru yoldan geçirerek taşıyacak, ateşe doğru değil. Hatta ateşe yürümüş olsak bile, su, ben ateşten geçinceye kadar, ateşi söndürecektir.

Alıntı

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. 2 Comments »

Betül Mardin’ den Gençlere Öğütler

betul_mardin_74_1280_1280[1]

 

‘Tanrım, bana yaşamımın sonuna kadar çalışacak iş ver.
Tanrım bu işleri yapacak kadar da ömür ver.’
(Betül Mardin 16 yaşında iken anı defterine yazdığı not.)
Sevgili Gençler,
Size öğüt vereceğime, yaşam hikayemin bir yerinden girip diğer ucundan çıkmaya karar verdim. Yaşam, zaten ders kitabı değil midir?

Çocukken dilsizdim. İnsan özürlü olunca bir yolunu bulup, onu kapatmaya çalışır. Karşısındakini de kandırdığını, durumsuzluğunu idare ettiğini sanır. Ancak, o zaafla ilgili soru sorulursa sakatlığını bütün açıklığı ile hatırlatır.
Dostlar öğrenmek isterlerdi, ‘O yıllarla ilgili neler hatırlıyorsun, çok mu acı çektin? Diye. Sıkıntım yoktu, fakat etraftakilerin beni göstererek konuşmalarından bende bir eksiklik olduğunu anlıyordum.
Sonra kelimeler ağzımdan döküldü, konuştum.
Başlarda cümlelerin ortasında durup, yutkunup tekrar konuşmaya başlardım. Gene o özrümden dolayı algılama sorunum vardı. Arkadaşlar bir veya iki defada konuyu kavrıyorsa, ben yazıp çizip temize çekip, sabah erken kalkıp okursam ancak anlıyordum;
Ama ben öğrendiğim vakit arkadaşlara ders verecek duruma geliyordum. Dolayısı ile, araştırmak, derinine öğrenmek, bilgi edinmek bende bir emel oldu. Kelimeler aklımda kalmazsa, başka komik sözcüklerle kafiyelendirirdim. Bazen aksi anlamına gelen bir kelimeyle hatırlardım. Önemli satırların altını mutlaka çeşitli renklerde kalemlerle çizerdim.
Zaaflarıma kul köle olmamalıydım. Belki tüm yaşamımda bu doktrin ile başarılıydım diyemem ama, sanıyorum hiç olmazsa bu yolda çok çalıştım.
Sonra, bir gün büyükbabam bana bir ‘iyi’ bir ‘kötü’ ders verdi.
Devrin hem ileri gelen bir iş adamıydı, hem de çok önemli bir hukukçuydu. Ancak yemeklerinde arasında siyasetçiler, şairler, yazarlar ve düşünürler bulunurdu. Konuşmalar fevkalade ilginç ve benim için öğreticiydi.
O gece, yemeğin ortasında, sohbet koyulaştığı bir anda, evin kahyası büyükbabama eğilip gizlice bir not iletti. O da etraftakilerden özür dileyip kalktı ve yandaki salona geçti. Çok geçmeden geri döndü ve nerede kalmıştık edasıyla oturdu. Konuklar merak etmişti, kötü bir haber miydi? ‘Hayır’ dedi büyükbabam, ‘bizim postacımız, yılardır Büyükdere-Sarıyer hattında görev yapar. Erzurum’a tayini çıkmış, ricaya gelmiş, posta müdürüne söyleyeyim diye.’
Konuklar ve aslında küçük ben, merak etmiştik, sorun çözülebilir miydi? Ümit var mıydı? ‘Yok canım yardım sözü verdim ama müdürü de aramaya hiç niyetim yok’ dedi. O an gözümün önüne postacının sevinç ve umutla eve dönüşü geldi. Halbuki, ‘rica’ yerine hiçbir zaman ulaşmayacaktı, ona ve ailesine çoktan yol görünmüştü.
O anda ömür boyu sürecek bir yemin verdim: benim defterimde insanı oyalamak olmayacaktı. Bir iş yapılacaksa, o an takibe alınacak veya baştan olumsuz cevap verilecekti.
Oyalamak, yapıyormuş gibi görünmek aslında karşısındakini aldatmak, onu hafife almak değil miydi?
Bu olayda büyükbabam iyi bir not almamıştı ama verdiği diğer ders ile hayatımı düzene koydu.
Şöyle ki:
Gene bir akşam, yemekten sonra, kahveler yudumlanırken yaşamın güçlükleri, aşılması imkansız manialardan söz ediliyordu. Büyükbabam ‘Her mania aslında kapalı bir kapı gibidir.
Olay, o kapıyı ağzına kadar değil, bir kırıntık açabilmektir’ dedi.
‘Derhal, ayakkabınızın ucunu o araya sokup bekleyin. Kapı bir süre sonra mutlaka açılacaktır.’
Konuşmanın üzerinden birkaç yıl geçti ve babam benim yatılı olarak devam ettiğim koleji bitirmeme yasak koydu.Kapı yüzüme kapatılmıştı.
Yukarıdaki düsturu uygulamak üzere bir pazarlığa oturdum. Uzun tartışmalar sonucunda, gündüzcü olmak üzere anlaştık. Daha bir çok şart vardı ama ayağımın ucu kapının aralığından girmişti.
Ertesi yıl üniversite yasak edilince tekrar aynı metoda başvurdum.
Dört yıl süren ‘biçki-dikiş, yemek-pasta, çocuk bakımı, ev idaresi’ gibi kursları bitirdim. Tüm yaşamımda, kah tiyatro, sinema ve televizyonda çalışırken, kah turizm, ağırlama veya halkla ilişkilerde bu bilgi birikimimden yararlandım, çocuklarımı elden geldiğince doktorsuz büyüttüm. Kapı açılmıştı.
Derken, çalışmam bir meslek sahibi olmam yasaklandı. Ama artık dersimi biliyordum. İçimden bir enerji, önüne geçilmez bir güç yükseliyordu. Sanki çiçek açmış bir ağaç gibiydim. Kapının ardına kadar açılması yıllarımı aldı ama beklemek değdi diyorum.
Sevgili gençler, her şeyden önce amacınızı bilmeniz gerek. Güçlükleri aşmak, kapıları açmak hep o amaca varabilmek içindir.

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

ETRAFINIZA IŞIĞINIZI YAYIN !!!

anette inselberg ışığını yay
Amerikalı biri ölüm döşeğinde iken hasta yatağında üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketin başına geçecek. Hanginizin bunu hak ettiğine karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu bir dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.”
Akşam geri döndüklerinde babaları sordu. “Birinci evladım bir dolarınla ne yaptın? “
Çocuk cevap verdi: “Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ve babanın söylediği gibi, odayı bir uçtan öbürüne kadar doldurmadı.
Adam sordu: “Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın?”
”Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım.” Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirdi açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.
”Sen, üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?” diye sordu adam.
“Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim. Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini çok değerli bir şeye verdim. 20 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 centi de kiliseye verdim. Böylece geriye bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım.”
Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda samanla veya tüyle değil, bu defa bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.
Baba bu durumdan çok memnun olmuştu. Üçüncü çocuğuna dönerek:
“Yaptığını çok beğendim evladım.”dedi ve devam etti:
“Bu şirketin başına geçmeyi en çok sen hak ediyorsun çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel…

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Japonya’da her sokakta içi şemsiye dolu küçük standlar vardır…

anette inselberg şemsiye

Japonya’da her sokakta içi şemsiye dolu küçük standlar vardır… Yağmur yağdığında insanlar istediği şemsiyeyi alıyor, yağmur dindiğinde iise en yakın standa geri bırakıyor…

Sizce de harika değil mi?

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

BİR SÜRE SONRA

anette inselberg bir süre sonra
Bir eli tutmakla, bir ruhu zincirlemek arasındaki farkı öğrenirsin .
Ve aşkın yaslanmak,
Birlikte olmanın da güvenmek anlamına gelmediğini öğrenirsin.
Ve öpücüklerin sözleşme
Ve hediyelerin vaad olmadığını öğrenmeye başlarsın.
Ve yenilgileri
Başın dik ve gözlerin açık karşılamaya başlarsın,
Bir çocuğun üzüntüsü ile değil, bir yetişkinin zarafeti ile….
Ve her şeyi ,
Bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin,
çünkü yarın ile ilgili her şey belirsizdir.
Bir süre sonra güneş ışığının bile
eğer fazlasına maruz kalırsan , yakıcı olduğunu öğrenirsin.
Bu yüzden,
Başka birinin sana çiçek getirmesini beklemeden kendi bahçeni kendin yarat ve süsle .
Ve göreceksin ki ,
Dayanıklısin ,
Ve kuvvetlisin ,
Ve değerlisin ….
(Veronika Sooftsall )

@hülya değerin sayfasından alınmıştır

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

25 Eylül Dolunayıyla Beraber Hayatınızdan Silmeniz Gerekenler…

anette inselberg dolunay sil gitsin

 

HAYATINDAN SİL GİTSİN
1- Sen aramayı, yazmayı bıraktığın an bakarsın ki o aramıyor, yazmıyor. Bütün ilişkiyi sen devam ettiriyorsun,
Sil gitsin
2- Bir insandan bir şey öğrenemiyorsan, o insan gereksizdir.
Sil gitsin
3- Başkalarının sırlarını sana anlatan senin sırlarını da başkalarına anlatır.
Sil gitsin
4- Tartışmayı bilmeyen, dinlemeyen, kendi fikrini dayatan insanla konuşacak bir şeyin yok.
Sil gitsin
5- “Yoğunum” kelimesini ağzına sakız etmiş, sürekli zamansızlıktan dem vuranı Sil gitsin
Unutma!. Zaman hiçbir zaman bulunmaz, yaratılır…
6- “Ben buyum” deyip sıyrılan insanla asla anlaşamayacaksın.
Sil gitsin
7- Saatlerce kendi derdini anlatıp durur, bencillikten burnunun ucunu görmez.
Sil gitsin
8- Ne yaparsan yap gülmez. Bazıları mutsuzluktan beslenir.
Sil gitsin
9- Senden alır, alır, alır…. vermeye gelince beklentisiz sevgiden dem vurur.
Sil gitsin
Değer veriyorsan değer görmelisin. Aksi aptallıktır…
10- Kendi yapamadığı için senin başarılarını küçümser. Hatta dürüstlük adı altında kıskançlığını kusar. Sıkma canını, onun derdi kendi acizliğiyle.
Sil gitsin
11- Hayallerini dinlemeyenleri, acını ve mutluluğunu paylaşmayanları,
Sil gitsin

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Aşure günü neler yapılır

anette inselberg aşure günü

 

AŞURE NE DEMEKTİR? AŞURENİN ANLAMI: Aşure, (Aşura) Arapça’da 10 manasına gelen “aşara” kelimesinden türemiştir. Sözcüğün Sâmî diller arasında ortak bir sözcük olduğu düşünülmektedir. Ayrıca, sözcük (ve gün) Musevilik inancında Büyük Kefaret Günü için kullanılmıştır.

AŞURE GÜNÜ YAPILMASI GEREKENLERE BİR KAÇ ÖRNEK

Aşure günü eve alışveriş yapmak, bakliyat almak çok iyidir. Sene boyu evde bolluk bereket olur

Yetim sevindirmek.

Aşure yapıp komşulara dağıtmak .

Sadaka vermek.

Oruç tutmak

Dua okumak.”Sübhanallahi mil’el mizan. Ve müntehel-ılmi ve meblegar-rıza ve zinetelarş”

Akrabayı ziyaret etmek. Onlara hediye götürmek.

Yıkanmak

 

 

AŞURE NASIL YAPILIR: Aşure nasıl yapılır? İşte Aşure tarifi…
Malzemeler
500g aşurelik buğday (3 su bardağı)
Yarım çay bardağı pirinç
1 su bardağı nohut
1 su bardağı kuru fasulye
200 g kuru kayısı
200 g kuru üzüm
1 su bardağı fındık
3 lt su
2 su bardağı süt
4 su bardağı toz şeker
çeyrek çay kaşığı tuz
çeyrek çay kaşığı karabiber
yarım çay bardağı karanfil suyu (1 tatlı kaşığı karanfili kaynatıp, suyunu alın)

Aşureyi süslemek için gereken malzemeler
25 g fındık
25 g kuş üzümü
100 g ceviz
1 adet nar
Tarçın
Yapımı:
Nohut ve fasulye ayrı ayrı pişirilir. Buğday yıkanarak ayrı tencereye alındıktan sonra 10 dakika kadar sıcak suda kaynatılır. Buğday kaynarken çıkan sarı su süzülür. Aynı süzme işlemi 2 kere daha tekrarlanır. Süzme işleminden sonra buğdayın üzerine biraz daha su ilave edilerek 50 dakika kadar daha pişmeye bırakılır. İyice pişen buğday, nohut, fasulye, doğranmış kayısı, kuru üzüm ve yıkanmış pirinç ile 15 dakika daha kaynatılır.
Ardından sıcak süt, şeker, tuz, karabiber, fındık, karanfil suya eklenerek yine 15 dakika kadar kaynatılır. Aşure pişirirken dikkat edilmesi gereken 3 litre kadar su kullanımıdır. Pişirme işlemi esnasında yanınızda sürekli kaynar su bulundurmaya özen gösterin. Kaynama işlemi bitince aşurenizi kaselere alarak, üstünü nar ve tarçınla süsleyebilirsiniz.

Not: bir kaç kaynaktan derlenmiştir

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. 2 Comments »

Bir hikayenin mutlu sonu nedir sizce?

anette inselberg mutlu son

Bir hikayenin mutlu sonu nedir sizce?
İnsan ölmeden hikayesi bitmez ki.
Ve mutlu son dediğimiz kavuşmak mıdır?
Zengin olmak mıdır ? Aşkla doymak mıdır?
Nispet edercesine bir şeyler kanıtlamak mıdır?
Tek bildiğim iç huzur diye bir yer var, her şey orada başlayıp orada bitiyor. Kendi içinizde barışmadığınız sürece, hiçlik makamına ermediğiniz sürece, ne taht ne baht insanı memnun etmiyor.
Yediğiniz bir lokma, giydiğiniz bir hırka,
varlığına dua ettiğiniz sevdikleriniz
olsun yanında; yeter mesut olana.
Gülten Alp

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Anadolu’da “ağaç korkutma” diye bir gelenek var.

anadoluda ağaç korkutma geleneği

 

Anadolu’da “ağaç korkutma” diye bir gelenek var. Ağaçların ruhları olduğuna inanıyorlar. Meyve vermeyen ağacın yanına, tam da cuma saati, bir elinde balta ile gidiyor insanoğlu. Diyor ki “keseyim mi seni haaa, keseyim mi?” Oyuna dahil başka biri gelip diyor ki “aman beyim kesme, bu sene vermediyse seneye kesin verir meyvesini.” Üç kere tekrarlıyorlar bu oyunu. İnsan ağacı bağışlıyor. Sonunda yine de göz dağı olsun diye bir çizik atıyor gövdesine, canını azıcık yakıyor ki kesilince neler olacak hissetsin. Gerisi ağaca kalmış… Sormadan edemiyorum; hani ya ruhu vardı bu ağacın?
Pazartesi okullar açıldı. Yürüyen ağaçlarımızın kimisi sınıflardan içeriye koşarak girdi, kimisi sürünerek… Çalış, başar, yap, öğren, kazan, koş diye parmak sallayarak korkutuyoruz ağaçlarımızı. Sürecin sonunda kimisi meyve verecek, kimisi vermeyecek. Meyve bizim beklentimiz; büyük mesele ise ağacın kendisi, ağacın ruhu… Meyve veriyorsa ne ala, vermiyorsa da gölgesi yeter, varlığı yeter, nefes alıp verişi yeter diyebilsek keşke.
Şermin Yaşar, Oyuncu anne

Ruhsal Büyüme... kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »