Burhan Doğançay…

 
Türk ressam Burhan Doğançay 1929 yılında, tanınmış ressam ve harita subayı Adil Doğançay’ın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Sanat eğitimini ilk olarak babasından ve tanınmış ressam Arif Kaptan’dan aldı. Babasının teşvikiyle başlayan resim çalışmaları, Ankara Üniversitesi’nde aldığı hukuk eğitiminin ve 1955’te Paris’te bitirdiği ekonomi doktorasının önüne geçerek sanat serüveninin başlangıcı oldu. Bir yandan akademik eğitimi devam ederken, diğer yandan resim çalışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü.
Paris’teki öğrencilik yıllarında La Grande Chaumiere’de resim çalışmalarına katıldı. Doktorasını bitirip Ankara’ya döndüğünde Sanat Sevenler Kulübü’nde babasıyla ortak sergiler açtı. 1961’de 22. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne beş resmi kabul edildi. 1962 yılımda New York’a gitti.
1964 yılında Guggenheim müzesi müdürü Thomas Messer’in sanatçının yapıtlarından birini müze koleksiyonuna alması, sanatçının bu zorlu mücadeleden galip geleceğine olan inancını daha da pekiştirdi.
New York duvarlarıyla başlayacak önemli esin kaynağı olan ‘’Duvarlar’’ serisine de aynı yıllarda başladı. Çünkü duvarlar, hızla geçip giden yaşamın ardında kalan ‘’her şey’’ i yansıtıyordu. 1975 yılında buradan yola çıkan sanatçı, 114 ülkeyi kapsayacak olan ‘’ Dünya Duvarları’’ fotoğraf projesine başladı. 1982’de bu projenin ürünlerini, Paris’te Georges Pompidou da ‘’Fısıldayan Duvarlar’’ adı altında ilk kez sergiledi.
1983’te Fransa’nın ünlü halı merkezi Aubusson’dan sanatçının tasarımları duvar halısı olarak dokunmaya başlandı. 1986’da büyük bir onarım geçiren Brooklyn Köprüsü’nün 19 adet büyük boy fotoğrafı New York kentinin 100.yıl kutlamalarında (1998) JFK Uluslararası Havaalanı’nda iki yıla yakın bir süre sergilendi.
Daha sonra bu fotoğraflar ‘’Walls of the World’’ adı altında kitap olarak yayınlandı. 2001 yılında Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı desteği ile ilk Retrospektif Sergisi’ni İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirdi. 2003 Haziran ayında sanatçının, ‘’Hat Sanatına Saygı’’ isimli çalışması Brüksel’deki yeni Avrupa Parlamentosu binasına asıldı.
Burhan Doğançay İstanbul’da tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde hayatını kaybetti. 84 yaşında olan Burhan Doğançay, 18 Ocak 2013 Cuma günü Teşvikiye Camii’nde öğle namazını müteakip kılınacak cenaze namazının ardından kendi vasiyeti üzerine 19 Ocak Cumartesi günü Bodrum Turgutreis’te bulunan Karabağ Mezarlığı’nda defnedildi.

Kaynak: İstanbul sanatevi

Umut Tazeleyen Filmler: Kırmızı Balon

kirmizi_balon[1]

 

Öyle alelade, dünyevi bir balon gibi değil bu. Kıpkırmızı, pasparlak, kocaman, gerçek olamayacak kadar güzel bir balon. Paris’in sokakları, binaları, arabalar, insanların kıyafetleri, her yer ve her şey, öyle karanlık ve soluk renklerle kaplı ki, o fonun önünde daha da kızarıyor, parlıyor, başka bir dünyadan geldiği hissi iyice artıyor…
Ayça Çiftçi
Bu yazı Altyazı’nın 179. sayısında yayımlanmıştır.
Hafif eprimiş, içliğe benzer eşofman takımının altına giydiği kösele ayakkabıları, elinde tuttuğu ciddi mi ciddi okul çantası, küçücük boyuyla Pascal o kadar tatlı ki… Çocukluğa dair bir sürü duyguyu geri çağıran, biraz da iç burkan bir tatlılık. Okula giderken yolda bir balon buluyor ama öyle alelade, dünyevi bir balon gibi değil bu; kıpkırmızı, pasparlak, kocaman, gerçek olamayacak kadar güzel bir balon. Paris’in sokakları, binaları, arabalar, insanların kıyafetleri, her yer ve her şey, öyle karanlık ve soluk renklerle kaplı ki, o fonun önünde daha da kızarıyor, parlıyor, başka bir dünyadan geldiği hissi iyice artıyor. Sonradan zaten anlıyoruz ki bu balonun canı var. Pascal nereye giderse onun arkasından uçup peşinden gidiyor. Bu özgür balon ip zoruyla değil, kendi iradesiyle Pascal’in yanında geziyor.
Sonrası bir tür imkânsız aşk hikâyesi. Herkese ve her şeye rağmen birbirlerinden vazgeçmeyen Pascal ile kırmızı balonun, önlerine çıkan engelleri bir bir aşmalarının hikâyesi. Okulda, evde, kilisede, hiçbir yerde kabul görmüyor kırmızı balon. Dışarıdan bakınca hepsi de birbirinden kasvetli görünen bu mekânların hiçbirinin içini görmüyoruz. Pascal ve kırmızı balonla birlikte dışarıda, sokaklarda dolanıyoruz film boyunca. O kasvetli binalardan dışlandıkça özgürleşiyoruz. Ama tek engel yetişkinler değil; Pascal’den büyük bir grup çocuk balonun peşine düşüyor. Ele geçiremeyince sapanlarla taş atıp yaralıyorlar balonu; yavaş yavaş sönüşünü/ölüşünü izlediğimiz balon artık uçamaz hâle geldiğinde çocuklardan biri onu ayağıyla ezip son noktayı koyuyor. Bu acıklı sahne filmin finali değil ama; kırmızı balonun ölümünün ardından kentin her yerinden renk renk balonlar iplerinden kurtulup özgürce uçmaya başlıyorlar. Pascal’in yanına gelip onun etrafını sarıyor, onu kucaklıyorlar, sonra tek vücut olup Pascal’i de yanlarına katıp uçmaya başlıyorlar. Pascal Paris semalarında rengârenk bir balon bulutuna tutunmuş uçarken bitiyor film.
Bir ‘çocuk filmi’ mi bu? Basit öykü yapısıyla bilindik çocuk masallarının bir örneği belki ama tarifi zor bir derinliği var. Bir kere, çocukluğun yitirilmiş bir cennet olmadığını hissettiren, hatırlatan bir ağırlığı var. Çocukluk çok ama çok zor. Sonra, o fantastik kırmızı balonun sokaklarında gezindiği Paris’in, neo-realist bir gözle resmedilmiş bir savaş sonrası Paris’i olmasının verdiği bir tuhaf his de var. Bir ‘çocuk filmi’ne fazla gelecek gerçekçiliği ve karanlığı yüzünden/sayesinde mi acaba, filmin mutlu sonuna burun kıvıramıyor insan.
Böylesi masalların böyle mutlu sonlarında, iyimser bir kadercilik gizli. Cennet anlatılarındakine benzer bir vaat. Anlatılan o hikâyenin mutlu sonla bitmesinin ötesinde o tür hikâyelerin hep mutlu sonla biteceğinin, o insanların mutlu olmasının ötesinde o tür insanların sonunda hep mutlu olacağının muştusu. Bir tür ilahi adalet fikri. Dinî inançlarından arınmış bünyeleri bile heyecanlandıran, içten söküp atması zor bir inanç. Adalet ihtiyacı.
(Le Ballon Rouge, 1956)
Yön: Albert Lamorisse

Kaynak: altyazı sinema dergisi

Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir…

81825095_1457878337719730_1497390122402840576_n[1]

 

Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir…
Torino’da 1889’da hayatının dönüm noktasına yürüdüğünü bilmeyen Nietzsche, şehri dolaşırken bir faytoncunun atını kırbaçladığını görür. At o kadar yorgundur ki kırbaç darbelerine tepki veremez halde yere çökmüştür. Nietzsche, koşarak atın yanına gider, boynuna sarılır, ağlayarak ata bir şeyler söyler, bilincini yitirir ve bayılır. Bayılmadan önce ata “Anne, senden özür dilerim” veya “Anne, ben bir aptalım” dediği rivayet edilir. Bu olaydan sonra tam on yıl kimseyle konuşmaz ,dengesiz davranışları artar, akıl hastanesine yatırılır ama asla eskisi gibi olamaz. ️
Dostoyevski benzer bir olayı Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un uykularını kaçıran en büyük kabusu olarak bir çocuğun çaresizliğiyle anlatır. Raskolnikov küçük bir çocuktur. Bir arabacı yorgun yürüyemeyecek halde ki atını; hiç acımadan, çekemeyeceği kadar insanla dolu arabayı çekmesi için kırbaçlar ve yanındakiler de onunla birlikte ellerine geçen her şeyle ata vururlar. Küçük bir çocuk olan Raskolnikov ata sarılır, ağlar yardım ister ama kimse ona yardım etmez. En sonunda arabacı herkesin gözü önünde atı vahşice öldürür.Yaptığından kendisi ve onunla birlikte olanlar büyük keyif alırlar.
Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Nietzsche’nin olayını şöyle değerlendirir.
“Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş gözlerden uzak sınavı) onun merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizlidir: Hayvanlara…Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır.O kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.”
Nietzsche ve Dostoyevski, insanların anlam veremedikleri merhametsizliği karşısında çaresiz kalıp, insanlardan uzak durmayı tercih etmişler..
Goethe bu çaresizliği şöyle tanımlar:
Dünya Hassas Kalpler İçin Bir Cehennemdir..!