Şu köşelerdeki boşluklara gelince, onlar karşılıksız sevmelerimden başka bir şey değil…

images[8]

 

Bir zamanlar, genç bir adam küçük bir şehrin meydanında durmuş, yüksek sesle yüreğinin o civarın en güzel yüreği olduğunu ilan ediyordu. Etrafında toplanan insanlar, onun elinde tuttuğu yüreği görünce hayranlık sesleri çıkardılar. Gerçekten de kusursuz bir yürekti gencinki. Üzerinde en küçük bir çizik veya buruşukluk bile yoktu. Herkes aynı ağızdan onu doğruladı: Evet, kesinlikle gencin yüreğinden daha güzel bir yürek görmemişlerdi! Onlarında desteğini alan genç, daha yüksek sesle yüreğiyle övünmeye ve gururlanmaya başladı.
Derken, kalabalığın içinden yaşlıca bir adam sıyrıldı ve gence doğru yaklaşıp şöyle dedi: “Korkarım, senin yüreğin benimki kadar güzel değil, genç arkadaşım!”
İnsanlar ve genç adam yaşlı adamın elinde tuttuğu yüreğe baktılar. Güçlü atıyordu, ama üzeri yara bere ile doluydu, kimi kısımları kopmuş ve onların yerine konulanlar tam uymadığı için çıkıntılar oluşmuştu. Dahası, bir sürü köşesinde de boşluklar vardı. Belli ki, buralarda kopan parçaların yerine bir şey konulmamıştı.
… Bu kalbe bakan herkesin aklına aynı soru geliyordu: Bu adam nasıl olur da en güzel yüreğin kendisininki olduğunu söyleyebiliyordu?
Genç adam kalabalığın sözcülüğünü üstlenip yaşlı adamın yüreğine bakıp güldü:
“Şaka yapıyor olmalısın amca!” dedi. “Bir senin yüreğine bak, bir benimkine. Seninki, çiziklerle, yaralarla, gözyaşlarıyla dolu, benimki ise tertemiz ve bir çizik bile yok üzerinde.”
Evet!” dedi yaşlı adam. “Seninki güzel görünüyor, ama dünyaları versen yüreklerimizi değişmem.” Sonra da kendi yüreğini gence doğru uzatıp anlatmaya başladı:
“Şu yaralar, çizikler var ya, onların her biri sevgimi verdiğim bir insanı temsil ediyor. Her birine yüreğimin bir parçasını koparıp verdim. Onlar da kendi sevgilerini verdiler bana. Yüreklerinden koparıp verdikleri parçaları kendi yüreğimdeki boşluklara ekledim. Ama parçalar tam tamına uymadığı için bazı yerler gördüğün gibi çıkıntılı oldu. Böylesi daha iyi, çünkü bu çıkıntılar, parçaların birbirine tam uymayışı, bana paylaştığım sevgileri hatırlatıyor.”
“Şu köşelerdeki boşluklara gelince, onlar karşılıksız sevmelerimden başka bir şey değil. Ben sevgimi verdim, ama karşılığını alamadım. Kim bilir, günün birinde belki o köşeler de dolacak. Ama yine de, bana insanları karşılıksız sevmeyi hatırlattıkları için hoşuma gidiyorlar.”
“Şimdi söyle bakalım delikanlı, gerçek güzelliği anladın mı?”
Gözyaşları yanaklarından süzülen genç adam yaşlı adama doğru yürüdü. Elimdeki yüreğinden bir parça koparıp titreyen ellerle karşısındaki adama uzattı. Yaşlı adam bu sevgi ikramını kabul edip o parçayı yüreğine ekledi. Sonra yaralı bereli yüreğinden bir parça alıp genç adamın yüreğindeki boşluğa yerleştirdi. Parça oraya tam uymamıştı, girintiler çıkıntılar vardı.
Genç adam, yüreğine baktı, eskisi kadar mükemmel değildi belki, ama çok daha güzeldi. Çünkü, yaşlı adamla paylaştığı sevginin işareti duruyordu üzerinde.
İki insan sevgiyle kucaklaştılar, sonra kol kola kalabalığı yararak oradan uzaklaştılar…

Böylesi bir aşağılamaya nasıl dayanabildiniz?

Bir zamanlar, Uzakdoğu’da büyük bir samuray yaşardı. Artık yaşlanan bu samuray, vaktini gençlere manevi dersler vererek geçiriyordu. İlerlemiş yaşına rağmen, insanlar onu kimsenin mağlup edemediğine inanıyordu…

Bir gün, yaşlı samurayın kasabasına, vicdansızlığıyla tanınan bir savaşçı geldi. Adam, rakibini kışkırtma teknikleriyle tanınıyordu. Değişmez şekilde, kışkırttığı ve kızdırdığı rakibine ilk hareketi yaptırır, sonra da en küçük bir hatayı affetmeden adeta bir rüzgar hızıyla karşı hücuma geçerek, mücadeleyi kazanırdı. Bu genç ve sabırsız savaşçı, hiç kimseye yenilmemişti. Samurayın adını duyarak buraya gelmişti ve onu da yenerek şöhretini büyütmeyi amaçlıyordu. Bütün öğrencileri böyle bir müsabakaya karşı çıktıysa da, yaşlı savaşçı onun kavga davetini kabul etti.

Herkes, kasaba meydanında toplandı. Genç savaşçı rakibine hakaretler yağdırmaya başladı. Ona doğru taşlar attı, yüzüne tükürdü, akla gelebilecek her türlü aşağılamada bulundu. Yaşlı savaşçının, atalarına bile dil uzattı. Onu kızdırıp ilk hareketi yaptırmak için, saatlerce uğraştı. Fakat, yaşlı adam hep sessiz ve hareketsiz kaldı.

İkindiye geldiğinde durum değişmişti. Artık yorgun düşmüş, kibri kırılmış aceleci savaşçı, dayanamayıp müsabaka meydanını terk etti. Öğrencileri, hocalarının bu kadar hakarete karşı tek kelime etmemesiyle hayal kırıklığına uğramışlardı. Dayanamayıp sordular:

“Böylesi bir aşağılamaya nasıl dayanabildiniz? Neden kaybedeceğinizi bilseniz de kılıcınızı kullanmadınız? Onun yerine, hepimizi utandırarak korkaklığı seçtiniz?”

Yaşlı samuray sükunetle şöyle dedi:

“Birisi size bir hediye getirse ve siz de kabul etmezseniz, o hediye kime ait olur?”

“Hediyeyi vermeye çalışana” diye cevap verdi öğrencilerden birisi.

“Aynı şey kıskançlık, öfke ve hakaretler için de geçerlidir” diyerek, son noktayı koydu samuray.

Eğer kabul edilmezlerse, onlar taşıyana ait olmaya devam ederler… (Anonim)

Sıkıntısı Olan Bu Yazıyı Okusun !

images[3]

“Gün gelecek Allah’a bana yaşattığı bu sıkıntılar için şükredeceğimi biliyorum” demişti bir arkadaşım. Belki de hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zorlukların insana ne kadar büyük dersler verdiğini uzun uzun konuşmuştuk. Bir acının öğrettiğini bin kahkahanın öğretemeyeceği üzerine birçok örnekler vermiştik o konuşmamızda.Aradan iki yıla yakın bir zaman geçince arkadaşımın haklı çıktığını gördük. O günlerin acı görünen olaylarının, kendisine ne kadar büyük kapılar açtığını gördükçe “verdiğin acılar için sana şükürler olsun Allah’ım!” demeye başladı.Gündüzleri fırsat buldukça bir araya geldiğimiz arkadaşıma o günlerde aşağıdaki hikayeyi yollamıştım. “Strese girenin imanından şüphe ederim!” başlıklı yazımı anlamayan ve/veya yanlış anlayan arkadaşlar umarım bu sefer beni doğru anlarlar.

 

Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.Ama usta sadece gülümsedi ve; “Daha değil!” diye cevapladı beni.“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu.

 

Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:“Henüz değil!”“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”Ona “Evet” dedim.Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”“Evet bu sensin!” dedi usta.

Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!Bana zarar vereceğini düşündüm.Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…Teşekkür ederim.”Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acı da ki hikmeti görelim.Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek….
Murat Atlı