![52840122_1136732863166671_8763655157150908416_n[1]](https://anetteinselberg.com/wp-content/uploads/2019/02/52840122_1136732863166671_8763655157150908416_n1.jpg?w=780)

Yan yanayken saate bakmanın ayıp olduğu zamanlardı.
Karşılıklı oturdun mu masaya, bir gözlere bir de uzaklara bakılırdı, eski yad edilirken.
Ellerde telefonlar yoktu.
Çocuktuk.
Büyükler, eski günleri konuşurken uyuyakalmak diye bir şey vardı.
Sevmeler sessiz ve sebepsizdi.
Ne gösterişe gelir, ne nedenlere sığardı.
Her şeyden önce samimiyet gelirdi.
Sevda sırdı, Söylenmezdi.
Sevilenin adına türküler yakılır ama onun ardından kimseye yakınılmazdı.
Eşyalar pahası ile değil, hatırası ile kıymetlenirdi.
İnsanlar aldıkları ile değil,
verdikleriyle değer ifade ederdi.
Sahi utanmak diye bir şey vardı.
Yüzsüzlük, profesyonellik adı altında prim yapmıyordu.
Dert çekmenin bile bir adabı vardı.
Gönlün yükü, gözlerden anlaşılırdı.
Gönülden geçen ile dilden dökülenin arası böylesine uzak, böylesine hoyrat değildi.
Evveldi. Güzeldi…
Biz bu içimizdeki uçurumları ve kalpler arasındaki mesafeleri sonradan icat ettik.
Henüz yenilmemiştik kendimize.
Mutluluklar fotoğraf karelerinden ibaret değildi.
Mutlu edilmek isteği hastalıklı bir hal almamıştı.
Eşyalar değil, insanlar ağırlanırdı evlerde ve kalplerde.
Henüz bu kadar yalnız değildik.
Başkalarınca beğenilmek her şeyden önemli değildi.
Evveldi… Güzeldi… Alıntı. …….
Teşekkürler

Evren, ve yolları gizemli, kaotik ve karmaşıktır, ama her nasılsa her şey doğru yerde gibi görünüyor.
Tesadüf diye bir şey olmadığını söyleyen pek çok gerçek var. En basit şeyler bile, daha büyük bir plan bağlamında ortaya çıkar ve daha büyük bir amaca hizmet eder. Ve bunların hepsi, evrenin sihrini kullanır.
Hayat pürüzsüz değildir. Hepimizin iniş ve çıkışlarımız var, bazı yollardan geçiyoruz, bazıları diğerlerinden daha zor ve yaşamın tüm ayrıntıları, en önemsiz deneyimleri bile, anlam ve değer ile ağır. Ve Evren yolculuğumuzda bize eşlik ediyor.
Tüm yaşamımız boyunca, farklı amaçlara hizmet eden insanlarla karşılaşırız, bize birşeyler öğretirler ya da hiçbir iz bırakmadan hayatımızdan ayrılırlar. Bazıları sonsuza kadar yanımızda kalmak zorunda kalır, bazıları değildir, ama kısacası her tür insanla tanışmamızın bir sebebi var.
Hayatınızda karşılaşacağınız 5 tür kozmik bağlantı vardır:
1.Bizi uyandırmak isterler
Hayatlarımıza giren ve çok sayıda değişiklik getiren bazı insanlar var. Doğrudan ya da dolaylı olarak, varlığını hatırlatarak uyanmamızı isterler, eğer hayatımızda bazı değişiklikler yapmazsak ilerleyemeyiz. Ve Evren uyanmamız için başka yollar arar.
Bu insanlar, gizli kaldığın halde, keşfedilmemiş kalan gizli potansiyelini uyandırır.
2.Bize hatırlatanlar
Bazı insanlar hayatlarımızda sadece hedeflerimizi hatırlatmak için dururlar. Evrenin bize böyle bir şey vermesinin nedeni, yaşamdaki yolumuza odaklanmamıza yardımcı olabilir.
Bu insanlar bize kim olduğumuzu ve gerçekten ne istediğimizi hatırlatır.
3.Büyümemize yardımcı olanlar.
İnsan olarak büyümemize yardım eden insanlar var. Bize eşlik ediyorlar ve hayatımızdaki yolculuğumuzda bize rehberlik ediyorlar. Bazen bizi incitebilir veya zorlu bir maceraya sürükleyebilirler ve bu sayede bize kaybettiğimiz zamanı gösterirler. Kendi başımıza öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğrenmemize yardımcı olurlar.
Bu insanlar büyümemiz için bizi cezbeder.
4.Bizim için yer tutanlar.
Bazı insanlar hayatımızda kısa ve önemsiz bir şekilde bulunurlar, muhtemelen onları hatırlamıyoruz bile. Bunlar metroda, caddede, bir kahvehanede tanıştığınız, daha az bağlantı kurduğumuz, daha fazla bağlantı kuramadığımız insanlardır. Amaçları sadece bizim için yer tutmaktır.
Bunlar, yolculuğunuzda sizi destekleyen yoldaşlar, ruhunuzun hayranlarının bir türü, içinizdeki iyiliği neşelendirmek için varlar!
5.Kalanlar.
Birkaç kişi, sonsuza kadar bizimle kalamayacak kadar ileriye götürecek Nadir ve bulması zor olan bizim için en değerli insanlardır. Onlar bizim yakın dostlarımız, ailemiz, kendi ruh grubumuzun tüm üyeleri ve hatta belki de ruh eşimizdir.
Bu insanlar, sizinle aynı veya en azından benzer bir görevi sürdüren ortaklardır.
Zamanı geldiğinde, Evren bizim için bir kişi gönderecektir. Varlığı bizi hoş ve güvenli hissettirir. Yapmanız gereken tek şey, onları beklerken sabırlı olmaktır, çünkü er ya da geç geleceklerdir. Ve onları bulduktan sonra sonsuza dek kalacaklardır.
Onlar sizin İkiz Aleviniz ve ruhlarınızdaki manyetik güç sizi birbirine doğru yönlendirecektir. Yapmanız gereken tek şey kalbinizi takip etmektir!
Kaynak: spritüeller

Yaşlı şifacıdan ruha:
Ağrıyan sırtın değil yaran,
Ağrıyan gözlerin değil adaletsizlik,
Ağrıyan başın değil senin düşüncelerin.
Boğazın değil kızgınlıkla söyleyemediğin ve
ifade edemediklerin.
Miden değil ağrıyan ruhunun hazmedemedikleri.
Karaciğerin değil ağrıyan o kızgınlık.
Ağrıyan kalbin değil sadece sevgi.
Ve en güçlü ilaç sevginin kendisidir.
Ada Luz Marquez
The old healer to the soul:
It’s not your back that hurts, but the burden.
It’s not your eyes that hurt, but injustice.
It’s not your head that hurts, it’s your thoughts.
Not the throat, but what you don’t express or say with anger.
Not the stomach hurts, but what the soul does not digest.
It’s not the liver that hurts, it’s the anger.
It’s not your heart that hurts, but love.
And it is love itself that contains the most powerful medicine.
Author: Ada Luz Marquez

Evet aynen başlıkta dediğim gibi insanın içine attığı her şey hooop direk karın çakrasında birikiyor.
Midemize taş oturma hissinin bununla çok alakası var!
Sistem bu mesajı veriyorsa en baştan bunu çözmekte fayda var.
Karın çakramızın rengi sarı. Sarı rengin enerjisinden faydalanmak bu çakraya çok iyi geliyor.
(Koku olarak ise lavanta ve biberiye koklamak )
Gözlerinizi kapatın ve 4 derin nefes alıp vererek gevşeyin.
Göbek deliğinizden sarı, çok parlak pırıl pırıl bir ışığın (güneş ışığı da olabilir) girdiğini ve buradaki tüm blokajları çözdüğünü hayal edin.
(Ya da güneşin hasta hücreleri erittiğini hayal etmek de iyi olabilir veya
Serin temiz suyun rahatsız hücreleri bedeninizden temizlendiğini hayal edebilirsiniz…)
Bilinç seviyesinde canlandırma tekniklerine ihtiyacımız var.
Ailesi ve dostları arasında hasta insanlar olanlar sürekli onları hasta görmekle aslında onlara zarar verirler. Onların iyileştiğini zihninizde canlandırın. Onlara iyi titreşimler gönderin.”
Nur Demir
Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz.
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.
Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır… Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, Böyle zengin olduğun için hep şükret der. Şakir ise şöyle cevap verir: Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer…
Derviş, Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş’in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir’den söz eder. Haa o Şakir mi? der köylüler, O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor. Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır. Şakir, bu kez Derviş son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş, vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme… Unutma, bu da geçer…
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır:Bu da geçer…
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer” Derviş, “Ölümün nesi geçecek? “diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar ülkenin sultanı Mahmut, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “BU DA GEÇER YA HU” yazmaktadır.
Bir zamanlar 4 oğlu olan bir adam varmış. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve önyargılı olmamaları için onları bu konuda eğitmek istemiş. Böylece her birini uzak bir yerde duran ağacın yanına gidip ona bakmalarını istemiş.
İlk oğlan kışın gitmiş, ikincisi ilkbahar, üçüncüsü yazın ve sonuncusu sonbaharda. Geri döndüklerinde hepsini bir araya çağırmış ve ne gördüklerini sormuş.İlk oğlan ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söyledi.
İkinci oğlan hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı dedi.
Üçüncü oğlan başka fikirdeydi. Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki daha önce hiç böyle bir şey görmemişti.
Sonuncu oğlan hepsinin haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat dolu olduğunu belirtti.
Yaşlı adam oğullarına hepsinin haklı olduğunu söyledi. Çünkü hepsi farklı mevsimlerde ağacı görmeye gitmişti. Onlara bir ağacı veya bir İnsanı kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını anlatmaya çalıştı. Ya da neye sahip olup olmadıklarını..
Gerçekleri ancak sonunda 4 mevsimi gördükten sonra görürsünüz.
Eğer kışın vazgeçersen, ilkbaharın nimetinden olursun, yazın güzelliğinden ve sonbaharın bütünlüğünden de…
Bir mevsimin acısının, diğer güzel mevsimleri parçalamasına izin vermeyin.
Hayatınızı bir mevsim (bir dönem) yüzünden yargılamayın
Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor. Önce yalnızdık. 9 ay boyunca karanlık bir yerde dışari çıkmayı bekledik ve dünyaya ağlayarak geldik. Pişman gibiydik. Ya da mecburen gelmiş gibi. Biraz büyüdükten sonra, kendimizi bildiğimiz anda, içimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik :
Bir yerde bir eksik var.
Korktuk. “Bunun sebebi ne?” diye sorduk kendimize. Cevabı yapıştırdık:
Demek ki sahip olmadığımız bir şeyler var. O yuzden eksiklik hissediyoruz.”
Peki, neye sahip olmamiz gerekiyor?
Çocukken,”yaşımız küçük” diye düşündük. Her istediğimizi yapamıyoruz. Kurallar, yasaklar var. Büyüyünce her şey yoluna girecek. Büyüdükçe bir şey değişmedi. Yine huzursuzduk. İçimizden bir ses aynı sözcükleri fısıldıyordu:
“Bir eksik var.”
Kafamiz karıştı.
Nasıl kurtulacağız bu iğrenç duygudan? Nasil geçecek bu?
Aklimiza yeni cevaplar geldi: Okulu bitirince geçecek. İşe girince geçecek. Para kazanınca geçecek. Tatile gidince geçecek…
Okulu bitirdik. Diploma aldık. İşe girdik. Kartvizit aldık. Çalıştık. Para kazandık. Taşındık. Araba aldık. Çalıştık. Eve yeni eşyalar aldık. Tatile gittik. Dans ettik. Terfi ettik. Kartviziti değiştirdik. Daha çok çalıştık. Daha çok para kazandık. Çalıştık, çalıştık… Geçmedi!
“Bir yerde bir eksik var” hissi, hala orada duruyordu. Bu sefer de “sevgilimiz olunca geçecek” dedik.”Yalnızlığımız sona erince bu illetten kurtulacağız.”
Eksikliğin sebebi, yanlış yere bakmak
Beklemeye başladık. Derken, biri çıktı karşımıza. Aşık olduk. VE anında başka biri olduk.
Daha güçlü, daha güzel, daha akıllı biri. Hesap cüzdanları, kartvizitler, hatta ilaçlar bile boyle hissetmemizi sağlamamıştı. Sevgilimizin gözlerinde, daha once bize verilmemiş kadar büyük sevgi ve hayranlık gördük. Sevgilimizin gözlerinde Tanrı’yi gördük. Işığı gördük. “Tünelin ucundaki ışık bu olmali” diye düşündük “kurtulduk.”
Sonra bir gün, daha dün bize deli gibi aşık olan insan çekip gidiverdi. Ya da artık eskisi gibi sevmediğini söyledi. Ya da başka birine aşık olduğunu söyledi. Ya da daha kötüsü, başka birine aşık oldu ama söylemedi. Telefonu açmamasından, elimizi tutmamasından, sevişmemesine bahane bulmak zorunda kalmamak icin biz uyuduktan sonra yatağa gelmesinden anladık, bir terslik olduğunu…
Belki de sevmekten vazgeçen veya terk eden sevgilimiz değildi, bizdik.
Fark etmez. Sonuçta aşk bitti.
Şimdi her yer bomboş. Şimdi tekrar yalnızız. Başladığımız yere döndük. Yıllarca uğraştık, eksiğin ne olduğunu bulamadık. Halbuki her şeyi denedik, her yere baktık. Öyle mi?
Bakmadığımız bir yer kaldı. İçimize bakmadık. Eksik parçayı dışarıda aradık ama içimizde saklı olabileceğini akıl etmedik. Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye uğraştık ama kendimizi sevmedik. Şaşıracak bir şey yok, tabi ki sevmedik. Kendimizi sevsek bu kadar koşturur muyduk? Canımız yanmasın diye duvarların ardına saklanır miydik? Kendimizi boş sanıp doldurmaya uğraşır mıydık? Terk edilmekten korkar mıydık?
Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti. Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor. “Herkes beni sevsin” diye uğraşınca kimse gerçekten sevmiyor, herkes sevgisine şart koyuyor, sınır koyuyor.
Oysa “kendime duyduğum sevgi bana yeter” diye düşününce, kendimizi olduğumuz gibi kabullenince yarım tamamlanıyor. Her şey bir oluyor. İste o zaman perde aralanıyor. Acı diniyor. İste o zaman başka ’bir’ iyle bir araya gelerek, hesabın kitabın, korkunun kaygının hüküm sürdüğü sahte bir sevgi yerine, gerçek bir sevgi yaratılabiliyor.
alıntı
Netflix, yıllardır hayalini kurduğu Oscar ödülüne ilk kez bu kadar yakın. Modern sinemanın en önemli yönetmenlerinden biri olan Alfonso Cuarón’un Roma’sı radarımızda.

Oscar ödülü, sinemaya dair herhangi bir çapta iş yapan ve hayal kuran herkesin gönlünde yatan aslandır. Dünya sinema tarihine neredeyse 100 yıldır damgasını vurmaya devam eden Oscar ödülleri, bugüne dek trend’leri yakalama konusunda bir miktar zayıf olsa da zaman zaman ilginç sürprizlere imza atmıştır. Netflix’in global dağıtımcılığını üstlendiği ve Oscar ödüllü yönetmen Alfonso Cuarón tarafından yönetilen yeni filmi Roma, Oscar’ın önümüzdeki ödül törenine damga vurması beklenen yapımlardan biri olarak dikkat çekiyor. Her ne kadar Cannes film festivaline Shoplifters damgasını vurmuş olsa da Venedik’ten Altın Aslan ile dönen Roma’nın da eli oldukça güçlü. Şimdi gelin hep birlikte Roma’nın yönetmenini ve bu iddialı filmi daha yakından tanıyalım.

Modern sinemanın en önemli yönetmenlerinden biri olan Alfonso Cuarón, hem dünya sinemasına hem de global gişe sinemasına katkılar yapan filmler çekmiştir. Sinema kariyerine A Little Princess (1995) ve Y Tu Mamá También (2001) adlı filmlerle başlayan Cuarón, kısa süre sonra Hollywood’a ve Harry Potter’ın sihir dolu dünyasına transfer olmuştur. Harry Potter sinema evreninin en karanlık filmi olarak anılan Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004) filminin yönetmenliğini üstlenen Cuarón, bu film sayesinde adını global ölçekte duyurmayı başarmıştır. Sıradaki filmi Children of Man’le (2006) tüm zamanların en önemli bilim kurgu filmlerinden birine imza atan Cuarón, hak ettiği pek çok ödülü elinden kaçıracak, ancak yılmayacaktır.

Konvansiyonel sinema dünyasına bu film ertesinde bir süre ara veren dahi yönetmen, birkaç yıl süresince yalnızca belgeseller ve kısa filmler çekti. 2013 yılında sinemaya dönen Cuarón, Sandra Bullock’un başrolünde kamera karşısına geçtiği benzersiz uzay macerası Gravity ile dünya çapında infial yaratmış ve yıllar önce, Children of Man’le alamadığı tüm ödüllerin acısını adeta bu filmin başarısıyla çıkarmıştır. Gravity, Oscar’a aday olduğu 10 dalda toplam 7 ödül kazanmış ve Alfonso Cuarón’a En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu dallarında Oscar heykelciğini bizzat kucaklatmıştır. Cuarón’un Gravity’le kazandığı ödüller arasında Altın Küre, BAFTA, Venedik Film Festivali, Saturn, Critics’ Choice Movie Award, Directors Guild of America Award ve Silver Condor gibi müthiş prestijli ödüller vardır. Başarılı yönetmen, yeni filmi Roma ile Venedik Film Festivali’nde ikinci defa Altın Aslan’ı kazanarak tarihe geçmiştir. Ödül sezonunda Roma’nın adını çok daha sık duyacağımıza eminiz.

Roma, Alfonso Cuarón’un kariyerinde adeta tek kişilik bir ordu gibi çalıştığı yegâne film! Cuarón’un kariyerine sahip bir yönetmen için görülmemiş bir şey olan bu azim, efsane yönetmenin bu filmi ne kadar kişisel bir proje olarak sahiplendiğine dair size bir fikir verecektir. Roma filminin künyesinde, yönetmen, yapımcı, senarist, görüntü yönetmenliği, kurgu gibi kalemlerin tamamında Alfonso Cuarón adının yazması tesadüf değil! Film, 1970’lerde geçiyor ve Mexico City’de yaşayan orta sınıf bir ailenin çocuklarının gözünden döneminin sosyo-politik yaşam tarzına ışık tutuyor. Filmin adı, Mexico City’nin Colonia Roma bölgesinden ilham alınarak konmuş.
Roma, 75. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde hem dünya prömiyerini yaptı hem de yarışmaya katılarak büyük ödül olan Altın Ayı’yı kucakladı. Uluslararası dağıtımı Netflix üzerinden yapılacak olan film, kısa sürelerle de olsa tüm dünyada vizyona da sokulacak ve yılın sonundan itibaren Netflix ekranlarındaki yerini alacak. Meksika Kültür Bakanlığı, geçtiğimiz ay Roma’yı En İyi Yabancı Dalda Film kategorisinde aday adayı olarak Oscar’a gönderdiğini açıkladı. Oscar mevsiminde Roma’nın adını sıkça duyacağımızdan emin olabilirsiniz. Roma, ödül kazanması halinde yayın haklarını elinde bulunduran Netflix’e ilk Oscar ödülünü kazandıran yapım olarak tarihe geçecek.
Kaynak: postkolik

Kimse bize sinemada bir Lanthimos filmi izlemenin bu kadar zor olacağından bahsetmemişti. Ve kimse bizi sinemadan çıktığımızda bir Lanthimos filminden ne kadar çok etkileneceğimiz konusunda uyarmamıştı. Yunan Yeni Dalga’sının en büyük ve önemli temsilcisi Yorgos Lanthimos yeni şahanesi The Favourite ile görücüye çıkmaya hazırlanırken gelin sinemasına bir göz atalım, eskileri hatırlayıp, yenilerin de kulaklarını çınlatalım…
1. Yorgos Lanthimos kimdir?
27 Mayıs 1973 yılında Atina’da doğan Yorgos Lanthimos, Hellenic Cinema and Television School Stravkos’da eğitimini tamamladı. Eğitimi sona erdikten sonra ise çok fazla sayıda reklam, müzik klibi yönetmenliği yaptı. Ayrıca 2005 Atina Olimpiyatları’nın beğenilen açılış kapanış seremonisini de Yorgos Lanthimos hazırladı. İlk uzun metraj filmi ise 2005 yapımı Kinetta oldu. Birçok ödüle aday olan bu filmin sonrasında ise Dogtooth ve Alps filmlerinin çekimini yaptı. 2015 yılında çekmiş olduğu The Lobster adlı filmi ile Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü almayı başardı. Bunların sonrasında ise 2017 yılında The Favourite adlı film için gerekli olan hazırlıklarına ise hız kesmeden başladı. Sinemada Yunan Yeni Dalgası akımının temsilcisidir.
2. İlk uluslararası ün sağlayan filmi Dogtooth’tur.

Festival çevrelerinde büyük ün kazanmasını, 2009 yapımı Dogtooth (Köpekdişi/Kynodontas) filmine borçludur. İnsanlardan uzak, oldukça tuhaf alışkanlıkları olan 3 çocuklu bir ailenin içinde bulunduğu durumu son derece vurucu, aynı zamanda absürt bir dille anlatan Lanthimos, başta Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard ödülü olmak üzere birçok festivalde ödülleri kazanırken En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar adayı oldu.
3. İlk İngilizce filmi: The Lobster

2015 yılında ilk kez Yunanca olmayan bir filmi, The Lobster’ı yöneten Lanthimos, Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. 2017’de ise Colin Farrell ve Nicole Kidman gibi oyuncuların yer aldığı kadrosuyla The Killing of a Sacred Deer filminin yönetmenliğini üstlendi. 2018’de Olivia Colman, Rachel Weisz ve Emma Stone’un başrollerinde yer aldığı The Favourite filmini yaptı.
4. Dogtooth’un özü: Aile kavramına sıradışı bir bakış

2012’de Akademi tarafından Yabancı Dilde En İyi Film ödülüyle taçlandırılan Dogtooth; üç kardeşin anne ve babalarıyla birlikte yaşadığı, sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi görünen bir evde olan biteni anlatır. Bu evdeki çocuklar dış dünyayla iletişim kuramazlar çünkü evden çıkmaları yasaktır. Aile kendi uygun gördüğü şekilde eğitir çocuklarını. Ancak “dış dünya” çok güçlüdür ve ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar eve “sızmayı” başarır. Biraz Haneke biraz da Von Trier etkisi gözlenen filmde “kutsal” aile kavramı sorgulanır, ayrıca toplumun bu (yapay) kutsallık üzerine inşa edilişi de sorgulanmış olur.
5. Sizce neden ıstakoz olmak isteriz?

Yorgos Lanthimos, kendi ülkesi dışında farklı bir yerde çektiği The Lobster’la ise bizleri distopik bir geleceğe götürüyor. Bekar yaşamanın yasak olduğu tarihi belli olmayan bir gelecekte insanlar kaybettikleri/ayrıldıkları eşlerinin yerine yenisini bulabilmek için bir süre bir otelde misafir edilir. Bu yeni eşleşmeyi başarabilenler otelden “çift” olarak ayrılmayı başarır. Başaramayanlar ise önceden belirledikleri hayvana dönüştürülecektir. İnsan olmanın özü, ikili ilişkilerin doğası, hayvanlarla olan ilişkimiz7onlara olan benzerliğimiz konusunda nefis tespitler yapan bu harika film etkileyici finaliyle de nefes keser.
6. Kutsal Geyiğin Ölümü

Mitolojik temelleri olan The Killing of a Sacred Deer’da filmin adının çağrıştırdığı kurban etme temasını ele alırken yine kutsal aile birliğini bozarak, daha doğrusu bu kutsiyetin temelindeki çürümüşlüğü gözler önüne sererek son derece sert ve izlemesi zor bir eser yaratırken yarattığı anti kahramanın karakterleştirilmesindeki üstün başarısıyla da göz dolduruyor. Martin karakteri her şekilde tüyler ürperticiyken bir de yaptıklarını yapabilmesinin sebeplerinin belirtilmemesiyle iyice korkutucu bir şekle bürünüyor.
7. Yeni “Favorimiz” yolda!
18. yüzyılda, 1702 ve 1714 yılları arasında İngiltere tahtında oturan Kraliçe Anne ve onun sadık danışmanı, sırdaşı ve sevgilisi Marlborough Düşesi Sarah Churchill’le olan ilişkilerinin, düşesin kuzeninin gelmesiyle bozulmasını anlatan filmin oyuncu kadrosunda Lanthimos’un daha önceki filmlerinden tanıdık simalar var.
8. The Favourite’ın kadrosunda başarılı oyuncular yer alıyor.
The Lobster’da birlikte çalıştığı Olivia Colman, Kraliçe Anne rolünde karşımıza çıkıyor. Onun sevgillisi ve sıradaşı olan düşes rolünde yine The Lobster’da yönetmenle birlikte çalışan Rachel Weisz var. Hollywood’un son yıllardaki en popüler aktrislerinden biri olan Emma Stone ise yönetmenle ilk kez çalışıyor. Bu isimlerin yanı sıra Mark Gatiss, Joe Alwyn ve Nicholas Hoult gibi izleyicilerin çok yakından tanıdığı isimler de filmde rol alacak.
9. The Favourite Lanthimos sinemasında bir ilk olma özelliği taşıyor.

Filmlerini daha önceleri mitolojik hikayelere ve distopik dünyalara dalarak çeken Lanthimos bu kez kostümlü bir tarihi drama, bir dönem filmi yapmış. Tarzının dışına çekmiş gibi görünen başarılı yönetmen imzası haline gelen anlatımını, teknik yaklaşımını, zorlayıcı fikir ve temalarını mutlaka yeni filminde de kullanacak ve tercih ettiği bu alışılmadık türe de yenilikler katacaktır.
10. Lanthimos’un fetiş oyuncuları
Sinema tarihi sürekli ya da sık sık aynı oyuncularla çalışan yönetmenlerle dolu. Bu tür yönetmen-oyuncu ilişkilerinde “X yönetmenin fetiş oyuncusu Y” gib bir tabir kullanıyoruz. Bugüne kadar çektiği filmlere bakarsak Lanthimos için Colin Farrell, Rachel Weisz ve Oliva Colman isimleri fetiş oyuncular olmaya adaylar.
kaynak: liste liste

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca 6 Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider…
Kemancı çalmaya başladıktan ancak 3 dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk 1 dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler şunlardı: Sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise; dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?…
Alıntıdır